19 Nisan 1988 sabahı Hürriyet gazetesini eline alanlar, sürmanşetten yayınlanan ‘’Sayın Başbakan’’  başlıklı bir mektupla karşılaştılar.

Mektup Erol Simavi’ nin imzasını taşıyordu. Mektubun muhatabı o günün Başbakanı da Turgut Özal’dı.
Özal, iktidara geldiği ilk günlerde basınla arası çok iyi idi. Hatta kendisine ‘’tonton lider” deniliyor, hükümet ile basın arasında adeta bahar havası yaşanıyordu. Bu 1986 yılında kadar sürdü. Eylül ayında yapılan ara seçimler başarısızlıkla sonuçlanmıştı. Bundan sonra basınla ilişkiler soğumaya başladı.

Bu arada Özal, baypas ameliyatı geçirdi. Simavi mektubunda bunu dile getirerek, bu tür ameliyatların insan kişiliğinde yaptığı değişiklikler yönündeki bilim çevrelerinin görüşlerine vurgu yaparak şöyle diyordu:
“Sayın Başbakanım gelelim sizin şahsınıza. Sizde uyandırdığı etkiyi iki kelimeyle özetleyebilirim: Basından Nefret.”
Son kısımlarda ise adeta göz dağı verircesine sert ifadeler kullanıyordu. Oraya bir göz atalım:
“Devlet organları arasında yer almada da azıcık fantezi, aslında bir gerçeğin ifadesi olarak basını da kuvvetler arasına katar. Ona da bir numara yakıştırırlar: Dördüncü kuvvet,
Ben de şimdi sizin ilhamınızla yeni bir kuvvetler ayrılığı ilkesi getiriyorum. Demokrasiye ve demokratik düzenin kutsallığına olan sarsılmaz inancımın da ışığında benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de xxxx 1. Kuvvet faslında bilir misiniz ne yazar? BASIN. Ya ikincisi? Buyurun kalemi zatıaliniz teslim alın aklınızdan ve gönlünüzden ne geçiyorsa verin oracığa onu yazın.”

Diğer kuvvetler, bildiğiniz üzere: Yasama-yürütme-yargı. O yıllarda basına uygulanabilecek en kolay baskı maddi yönden olabilirdi. Çünkü yazılı basın demek kağıt demekti. Kağıt da diğer yerli üretimin yetersiz olması nedeniyle ithal ediliyordu. Yerli üretim de devletin elindeydi.

Kağıda uygulanan fon ve zamlar gazeteleri terbiye edebilmek adına aşırı ölçüde ve rahatça kullanılıyordu. Maliyetin yükselmesi, gazete fiyatlarını arttırıyor buda satışların düşmesine neden oluyordu.
Sonuçta o günkü gazete patronları başta Kemal Ilıcak olmak üzere Aydın Doğan ve Sedat Simavi başbakandan randevu aldılar, toplantı yaptılar. Karşılıklı isteklerini söylediler. Uzlaşma sağlandı. Basın dördüncü kuvvet olamadı.

Bugünkü basının dördüncü kuvvet olup olmadığına yanıt aramadan önce diğer üç kuvvetin,yürütme-yasama-yargının durumuna bir bakalım. Acaba demokrasilerin baş kolu, kuvvetler ayrımı kuralı ne kadar geçerli.
Yasama, muhalefetin hiçbir yaptırım gücünün olmadığı parlamento da tek parti iktidarının elinde. Yürütme, hükümet ve onun atadığı bürokratlarca tek parti ve onun liderinin isteği doğrultusunda hareket etmekte.
Bugün en çok tartışılan konu, yargının bağımsızlığı. Son anayasal ve yasal değişikliklerle Danıştay, Yargıtay, Anayasa Mahkemesi, Hakimler, Savcılar Yüksek Kurulu gibi yargı birliklerinin oluşturulması tek yanlı atamalarla sağlanmakta sonuçta birbirinden bağımsız olması gereken üç erk bir elde toplanmış durumda.

Böyle bir ortamda basının dördüncü kuvvet olabilmesi, tam özgür olmasına bağlı. Üç dört gazetenin dışında diğer gazete patronlarının gazetecilik dışından gelme iş adamları olduğu bir gerçek. Karlı işlerinden olmamak için bu gazete patronlarının iktidarın yanında olmaktan, hükümet uygulamalarını desteklemekten başka seçenekleri yok.
Bu koşullarda yazılı ve görsel yayın organlarıyla karşımıza dördüncü kuvvet olmaktan uzak, yandaş bir medya çıkıyor. Promosyonlarla, bol renkli ve resimli magazin ekleriyle tiraj arttırma peşinde olan gazeteler gerçekleri yansıtmaktan, ve eleştiri yapmaktan korkan dördüncü kuvvet olabilir mi? Olsa olsa iktidar partisinin payandası olur.