Nerden aklıma düştüyse ben de “nerede o eski meyhaneler” dedim ve düşündüm, geçmişe bir yolculuk yaptım.
İlk meyhane ile tanışmam, Ankara’da oldu. Yüksek öğrenimimin son yılında Ulus Posta Caddesinde o günlerin popüler mekanlarından “Üç Nal” adlı yere, orayı bilen bir arkadaşın önderliğinde gittik. Ne olsa birkaç ay sonra mezun olup iş güç sahibi olacak, yaşama atılacaktık.
Daha sonra görevli bulunduğum Adana’da “Hüseyin Efendi” olarak tanınan mütevazi yeri anımsıyorum. Bir de Bakırcılar çarşısında Ocak Başı vardı. Birincisinde daha çok zeytinyağlı hafif mezelerle içkilerimizi yudumlar, çıkarken de zorlanmadan hesabı öderdik.
İkincisinde maliyet yüksekti. Oraya ancak özel günlerde, ayda yılda bir giderdik. Upuzun bir mangalın her iki yanına sıralanmış yüksek olmayan aralıksız sandalyelere otururduk. İçkilerimiz ayaklarımızın arasında, bardaklar ve salatalar önümüzdeki tezgahta, ciğer şişlerimiz de mangalda olurdu. Kendimiz pişirir, yufka ekmeğe dürüm yapar afiyetle yerdik.
Buraların gediklileri birbirini yakından tanırdı. En azından merhabaları vardı. Kimse kimseden kuşku duymaz, rahatsız olmaz, rahatsız etmezdi. Kısacası içeride samimi bir hava vardı. Herkes birbirine saygılı ve ölçülü idi. Kavga, döğüş, polisiye bir olay söz konusu olmazdı.
Meyhane denince kimilerin aklına içki içilen sıradan bir yer gelir. Oysa oralar kendi çapında eğitim alanıydı. Orada her şeyin usulü ve adabı vardı. En başta içki içmenin. Peşpeşe kadehleri devirmek, şişeleri boşaltmak içmek değildi. Önemli olan kendini kaybetmeden ölçülü içmekti.
Masada oturmak bile gelişi güzel olmazdı. Baş köşe yaşça büyük, bilgi ve görgüsü geniş kimseye aitti. Masanın düzenlenmesi, işin ustası garsonlarca özenle yapılır, her şey gece boyunca olduğu yerde kalır, boşlar gider dolular gelirdi.
Hesap ödemek bile grupların kendine has usullerince incelikle yapılır, tartışma ve itiraz olmazdı. En geçerli yöntemde masrafın ortaklaşa paylaşılmasıydı.
Amaç sadece oralara gidip içki içmek değildi. O bir araç idi. Esas olan oradaki sohbet idi. Ciddi konuların yanı sıra şakalar espriler de yapılır, gülünür söyleşilirdi. Her kafadan bir ses çıkmaz, bir kişi konuşurken diğerleri ciddiyetle dinler, görüşler farklı olsa da karşılıklı saygı nedeniyle ortam gerilmezdi.
Herkes kendi fikrini söylerdi.
Sonra bir baktık bu meyhaneler gittikçe azalıyor ve yok olup bitiyor. Yerlerini barlar, birahaneler aldı. Ama ne dekoruyla ne servisiyle o eski meyhanelerin havasını veremediler. Buralar daha resmi, samimiyetten yoksundu. Bar tezgahının bir yanında yüksek bir tabureye yalnız başına oturmuş müşteri ve diğer yanında onun içkisini tazeleyen barmen. Birincisi bir şeyler anlatıyor. Diğeri sadece boşalan bardakları gözlüyor. Söylenenler pek ilgisini çekmiyor. Sadece başını sallıyor. Söylenenleri onaylıyor. Eski meyhanecinin sevecenliği yok.
Buralarda günümüzün modası fast food kültürü hakim. Hani ayak üstü birkaç parça abur cuburlar atıştırıp acele karın doyurulan yerler. Hemen kalkacakmış gibi, oturmalık bir nesnenin üstüne ilişip içki yudumlamak zevk almaktan uzak bir tür yasak savma gibi.
Bir de müzik ağırlıklı gençlere yönelik discolar son yılların gözde mekanları oldu. Onca gürültülü ve kalabalık bir ortamda insanlar birbirinden ne alıp verirler anlamak güç. Meyhanelerde de müzik olurdu. Plaktan veya kasetten ama sohbetleri bölmez bilakis duygulandırırdı. Ayrıca canlı müzik yapan iki üç kişilik ekipler masaları dolaşırdı.
Son içki kısıtlamalarıyla tüm bu mekanlar, ayran içilen lahmacun, tavuk döner yenilen kültürden uzak, renkli duvarlı, basit çizgilerden oluşmuş madeni mobilyalı yerlere dönüşüyor.
“Nerde o eski meyhaneler demek de bizim gibi dinazorlara düşüyor.