Karşımdaki genç adama soruyordum Nuhşehir'deki o hastane polikliniğinde: ''Ne şikayetiniz var?'' Çekingen tavırlarla cevaplıyordu: ''Bir ilaç yazdıracağım da!'' Bir yandan da bana dikkatlice bakıyordu... Ben de aynı dikkatle ona bakmaktaydım. Hani derler ya ''gözüm bir yerden ısırıyor ama!'' İşte o ''ama''nın etrafında dönüp duruyordum. Sessizliği bozan o oluyordu... Tebessüm ediyordu.... ''Hocam ben Agit, dağ dağa kavuşmaz, insan insana kavuşur!''

            Yine taşlar yerine oturmamıştı benim hafızamda ne yalan söyleyeyim... ''Hocam ben birkaç ay önce Yalova'da size muayene olmuştum. Bu ilacı da siz yazmıştınız hani. İzine gelince yazdırayım demiştim!''  Sanki hatırlamaya başlamıştım, evet evet... ''Tersanede çalışıyordun değil mi Agit?''

            ''Evet'' diyordu, ''ve hatta bana ne demiştiniz hatırlarsanız!''

            ''Ne demiştim Agit?''

            Tebessüm ediyordu...''Nuhşehir'e gelsem beni misafir edermisin diye şaka yaptığınızda çok hoşuma gitmişti ve size ısınmıştım!'' Ayağa kalkıp sarılıyorum... ''Yaa Agit bir espri olsun diye söylemiştim hani. Nuhşehir nere, yalova nere... Bak işte dünya küçük, geçici görevle geldim ya!''  

            Ve o cuma günü tedavisini düzenliyordum ve birbirimize telefon numaralarımızı veriyorduk.  ''Hocam'' diyordu, ''yarın hafta sonu, köyümüz şehire yakın sayılır, yarın öğle yemeğine sizi köyüme götüreceğim, olur mu!'' Ben de gülüyordum... ''Agit bak, tilkiye demişler ki kızarmış tavuk budu sever misin! O da güldürme beni demiş.Tamam, oteldeyim, yarın seni bekleyeceğim. Kalbi davetlere icabet etme gibi bir huyum da vardır!''

            Ve ertesi günü öğle saatinde beni otelin önünden alıyor ve bir asfalt yola giriyoruz. Hani güneş tepemizde ve adeta yaprak da kımıldamıyor. Öyle bir temmuz ayı sıcağında yola revan oluyoruz. Bu bölgeye ilk defa geldiğim için coğrafik olarak beynimde elbette bir harita yok. Sağımızda  Cudi Dağı uzanıyor. Herhangi bir levha da göremediğim için soruyorum: ''Agit, Cizre yolu mu burası?''

            ''Hayır'' diyor ''Uludere yolu hocam!''

            ''Yaa öyle mi! Uludere yolu mu?''

            Ses tonumdaki tedirginliği sezmiş olacak ki cevap veriyor...''Rahat olun, burada artık her taraf güvenli!'' Ve biraz gittikten sonra yolun sağ tarafında yüksek iki kule görüyorum. Küçük küçük gözetleme pencereleri de dikkatimi çekiyor. Merakımı yenemeyip soruyorum... ''Bunlar askeri gözetleme kuleleri olmalı, öyle değil mi?''

            ''Evet'' diyor sesi titreyerek... Arabamız bir dağın yamacına doğru tırmanırken o şiir aklıma geliyor... ''Asıldı arabamız bir dağın yamacına... Her tarafta yükseklik, her tarafta ıssızlık!''

            Ve biraz sonra yavaşlayıp bakışlarını bana çeviriyor... Bir hüzün var yüzünde, belli ki bir şey söyleyecek...''Hocam'' diyor, ''biraz önceki gözetleme kuleleri vardı ya!''

            ''Evet!''

            ''Babamı o yolda taşeron örgüt örgüt şehit etmişti... Tam 27 sene oldu... Şehirden gelirken bir akşam üstü yolunu kesmişlerdi. Ben o zaman 12 yaşındaydım!''

            Sırtını sıvazlıyorum...''Babanı Allah cennetine koysun!''

            Dedim ya güneş tepemize öyle birişliyor ki... ''Gök mavi, toprak sarı, ama ağaçlar sarı değil, yeşil!'' Ve yukarı doğru tırmanırken uzaktan şirin bir köy görünüyor.... ''Agit galiba bu sizin köy'' diye sorduğumda başıyla onaylıyor. Asfalttan sapıp sola doğru dar köy yoluna giriyoruz. Dar sokaklardan ilerleyip bir evin bahçe kapısının önünde duruyoruz. Başımı kaldırdığımda iki katlı, geniş balkonlu beyaz bir köy evi görüyorum. ''Burası amcamın evi'' diyor ve ilerliyoruz. Arkasında, yeşillikler, ağaçlar altında tek katlı bir ev daha... ''İşte benim evim'' diyor. Ağaçlara bakıyorum. ''Kiraz, ceviz, dut ağaçları bunlar... Bunlar da üzüm asmaları'' dediğinde şaşırmıyor da değilim. Arkada tepede doksan derece dik kayalıkları gördüğümde Agit'e ''beni çeker misin, ama şu kayalıkları da al, zira ben dağların çocuğuyum'' diyorum. Evet, ben halkıma yakınım ve bunu da kalbi davranışlarımla gösterdiğime inanıyorum. Ve eve giriyoruz. Biraz sonra yer sofrası hazırlanıyor. Kocaman bir sac içerisindeki sac kavurmasından çıkan koku yeme refleksimi kışkırtmıyor değil... Yoğurt, pirinç pilavı, çorba, salatalar...''Agit, bunların hepsini bana mı hazırladınız! Bir bölük askere yeter de artar bile'' dediğimde tebessüm ediyor. Eşi ''kusurumuza bakmayın'' deme inceliğini gösterirken ben mahcup oluyorum.

            ''Hocam sen bize misafir gelmişsin, bunlar az bile'' diyor Agit. Bu ne kalbi bir misafirperverlik diye düşünmeden edemiyorum o an...''İşte kadim kültürümüzün mihenk taşı bu insanlar... Toplumu ayakta tutan bu ruhtur işte'' diye içimden geçirmeden edemiyorum.

            Bu bölgenin güzel insanları ''küresel şeytanlar''a karşı dik duruyor ve bu yüzden şu andaki huzur ortamı sağlanmış...Ve ben bu köydeyim...

            Çaylarımızı içerken gölgelerin de uzamaya başladığını görüyorum. Saatime bakarken Agit ''hocam saatine hiç bakma, bu gece misafirimsin'' diyor. Bu ne kalbi bir misafirperverlik böyle...

            ''Yok'' diyorum, ''biraz sonra kalkalım müsadenizle, zira icapçıyım ve hastaneden arayabilirler!''

            Ve vedalaşıyoruz eşiyle. Yolda bir polis noktasında durduruluyoruz yine. Agit beni tanıtınca devam ediyoruz. Otelin önünde vedalaşma...