Nuhşehir'de o öğle arasında, ağacın altında çaylarımızı içerken herkes bir anısını anlatmaktaydı. Ben ise mal bulmuş mağribi gibi bu anıları dikkatle dinlemekteydim. Benimle birlikte geçici görevle Nuhşehir'e gelen o arkadaşlarımız, o meslektaşlarımızdan bir kısmı meğer yıllar önce burada askerlik yapmışlar. Ben ise bu vatan coğrafyasına, bu misafirperver insanlar diyarına ilk defa gelmekteydim. Bir ara o meslektaşımın sözünü kesiyorum... ''Desene ben çaylağım size göre, zira ben bu şehire ilk defa geliyorum!'' Tebessüm ediyor... ''Hocam ben mecburi hizmetimi de burada yaptım, siz nerede yaptınız'' diye sorduğunda gülüyordum.

            ''Bak söyleyeceğim, ama gülmek yok. Meslek hayatım Ankara ve İstanbul'da geçti!'' Arkasına yaslanıyordu... ''Bak biraz topu taca atar gibi bir halin var. Mecburi hizmetini nerede yaptığını hala söylemedin!''

            ''Söylüyorum işte, Büyükada'da yaptım!''

            Gülüyor... ''İhtisas nereden?''

            ''O da Batı'da... Ankara Tıp İbni Sina!''

            Ayağa kalkıyor... ''Desene anan seni Kadir Gecesi'nde doğurmuş! Şu işe bakın, Ankara'dan bu tarafa geçmemiş!'' Bu sefer ben gülüyorum, ama o merakla başka bir soru sormaktan kendini alamıyor... ''Peki askerliğini nerede yaptın? Sakın onu da Adalar'da yaptım demeyesin!''

            İki elimi havaya kaldırıyorum...''Ben hakimim masum bey! Askerliğimi de İstanbul'da Haydarpaşa Gata'da bedelli yaptım. İki ay!''

            Meslektaşım ensesini kaşıyıp tebessüm ederken lafa giriyorum... ''Ben kaderimi tayin edemem elbette. Kader bahşetti bunları bana... Kader biraz da bize gülsün yani!''

            Mizahi yönü kuvvetli o meslektaşımız ''bizden büyüksün abi, anlaşıldı sen Beyaz Türk sınıfındansın desene!''

            Gülüyorum... ''Yok canım, ben bir gariban Anadolu çocuğuyum aslında!''

            Hep birden gülüyorlar... Bir kahkaha tufanı ki...Neyse meslektaşım anlatmaya başlıyor:

            ''Onbeş sene önce burada askerlik yapmıştım, ama Nuhşehir ne kadar da değişmiş... Çok sayıda operasyonda bulundum tim doktoru olarak. Bir seferinde yine Cudi'de bir operasyona çıkıyoruz. Yaz günü, güneş tepemizde adeta kavuruyor. Sırtında çanta, ayağında bot ile yürüyorsun, ama dik yokuşları çıkarken dizlerinin takati kesiliyor elbette!''

            ''Sende de silah var mıydı?''

            ''Yoktu, ama timde bir biksici asker var ki tam benim yanımda yürüyor!''

            ''Biksi ne yani'' diye sorduğumda tebessüm ediyor... ''Sen bilmiyor musun biksinin ne olduğunu?'' 

            ''Ben'' diyorum, ''hayatımda silahı ilk olarak askerlikte elime aldım ve sadece 10 defa ateş ettim. Ne yapacağım silahı, ben kalem erbabıyım!''

            Gülüyor...''Anlatayım, biksi bir timin garanti silahıdır. Seri atışlar yapan ve karşıdaki düşmana göz açtırmayan bir silah çeşididir!''

            ''Eee!''

            ''Neyse, korucular da var. İki de sivil var, sivil dediğim de önceden bölücü örgüt içinde bulunup sonra pişman olan ve kaçan iki genç. Elbette onlar bu araziyi iyi biliyor. Ben giderken yanıma su tedarik etmiştim. Bakıyorum da onlarda su yok. Merak edip sormuştum niye yanınıza su almadınız diye... Gülüyorlardı ve 'komutanım buralarda nerede göze olduğunu biz iyi biliyoruz. Gözeden bol ne var, sen merak etme' diyorlardı.''

            Hani derler yas ''size su sesi geliyor.'' Bu anlatılanlar da şimdi bana öyle geliyordu ne yalan söyleyeyim. Sanki o şarkıdaki gibi herşey toz pembe mi! ''Fırtınalar koparsa kopsun!'' Hayır, yaşayan bilir...Meslektaşım devam ediyor... ''Vakit ikindiye yaklaşmıştı ve bir vadide gözenin başına geldiğimizde komutan yemek molası veriyordu. Kumanyalarımızı yiyorduk. Öyle bir yorgunum ki gazkapaklarım beni dinlemiyor adeta. Bir kayaya sırtımı dayamışım ve meğer uyumuşum!''

            ''Kolay değil elbette, yorgunluk bu!'

            ''Aynen'' diyor meslektaşımız, ''bir gürültü ile uyandım. Meğer pusuya düşmüşüz. Komutan, herkes yatsın, biksi ateş diye bağırıyordu. Helikopter yetişti. Çatışma bir saat kadar sürdü, bir şehit verdik, ama karşıdakilerden 10'unu indirdi bizimkiler!''

            ''Maşallah sana bir şey olmamış ya'' diyorum. Meslektaşım ayağa kalkıyor... ''Birşey söyleyeyim mi! Baktık ki bütün silahlar emperyalist Amerika'nın. Taşeron olarak kullanıyor bu ülkenini fakir çocuklarını, ama bölge insanı yavaş yavaş da olsa bunun farkına varıyor'' diyor.

            Masanın öteki ucundan Nuhşehir'li Aziz sesini yükseltiyor: ''Biz artık neyin ne olduğunu biliyoruz. Amerika'nın uşaklığını yapmayacağız. Oynanan büyük ve kirli oyunun farkındayız!''

            Aziz'in sırtına dokunuyorum... ''Yara sıcak iken sarılır'' diyorum...