Tarzımdır, yüreğimin götürdüğü yere gitmeye çalışmışımdır hep. Yani ben yazılarımda hamasete mümkün olduğu kadar yer vermemeye çalışırım ve duygusallığı ön plana çıkararak kalbimin sesini satırlara dökmeye özen gösteririm. Mesela bir dağa, bir ormana, bir gizemli kayalığa, bir akarsuya veya bir şelaleye bakarken o manzaranın bende uyandırdığı düşüncelere, çağrışımlara yönelirim. Doğduğum beldeye gittiğimde çocukluğumun geçtiği o ormana, o kayalıklara, o çaya bakarak hatıralarımın yansımasını dile getirmeye çalışmışımdır hep. Yani kendi yüreğime kendim dokunurum ve kalbime sorarım hep... Veya zaman denilen subjektif kavrama sorular yöneltirim... ''Bir zamanlar da bu ırmak böyle mi akıyordu, bu şelale yine böyle mi çağıldıyordu? Bu ormanlardaki çam ağaçları rüzgarda yine böyle uğulduyor muydu?''

            Kendime böyle sorular sorarak meselenin temeline nüfuz edip madalyonun diğer yüzünü anlamaya çalışırım. Veya birisiyle konuşurken onun cümlelerinden, vücut dilinden, jest ve mimiklerinden kendimce çıkarımlar yaparak bir kanaate sahip olmaya çalışmışımdır hep. Rahmetli Oktay Sinanoğlu bu önseziyle bazı meselelere nüfuz edebildiğini belirtmiştir hep...Elbette elimde niyet okuma cihazı yoktur ve onun düşüncelerini okuyabiliyorum gibi bir iddiada bulunamam...

            Neden böyle uzun bir giriş yaptığımı söyleyeyim: Nuhşehir'e geldiğim günden beri madalyonun iki yüzündeki imajını ve sıfatını anlamaya çalışıyorum ve halkla diyalog kurarak meselenin aslına nüfuz etmeye çalışıyorum. O zehirleyici algı operasyonlarından etkilenip konuyu bana açan arkadaşlarıma, dostlarıma haddim olmayarak hep şunu söylemişimdir: ''Bu dumanlı havada gördüklerinin yarısına inan, duyduklarının ise hiçbirine inanma!''

            O sözü çok severim... ''İnsan göre göre, hayvan süre süre alışır!'' Asırların süzgecinden geçen bu özdeyişte nice gerçekler saklı değil ki! Ama gel gör ki kendi toplumunun, kendi insanının ruhuna nüfuz etmeye çalışmayıp Jakobenlikten medet uman ''mürekkep yalamışlar''a ne demeli? Ben o özdeyişi sık sık kullanıyorum, ama birilerinin de bundan müthiş derecede rahatsız olduğunu çok iyi biliyorum. Nerden mi biliyorum? Canım bizde de az çok feraset vardır! O söz: ''Okumakla da bazen cehalet artarmış!'' Evet, cehalet artıyor. Çevremde böylelerini görüyorum, yüzeysel düşünen, malayani uslupla gün geçiren kişiler bunlar... Zaman zaman da vücut dillerinden, bana bakışlarından ciğerlerini okuyabiliyorum yani... Bunları bir balona benzetiyorum. Bir iğne batırsan havaları sönecek.... Hani boş tenekenin sesi çok çıkarmış ya!

            Dediğim gibi Nuhşehir'de istiyordum ki bazı düşüncelerimi pekiştirmek için birebir o ağızlardan dinleyeyim. Hastaneden çıktıktan sonra otobüs durağında bekliyordum. Tam karşımda da Cudi Dağı...En uçta, zirvede doksan derece yükselen o kayalıklar göze çarpmakta. Gece de buranın resmini çekmiştim. Üzeri ışıl ışıl aydınlatılmış... Yanımdaki kişiye soruyordum durakta: ''Galiba gece yanan ışıklar bir askeri üsse ait, öyle mi?'' Tebessüm ediyordu... ''Galiba yeni geliyorsunuz şehrimize... Evet, orası askeri üs. Geçen sene orada festival bile düzenlendi. Oraya yol var, Silopi yolundan varılıyor. Ben oraya gittim, öyle emniyet tedbirleri alınmış kivallahi uçan kuşu bile görüyorlar!''

            ''Peki'' diyorum, ''mesela on yıl önce nasıldı o tepeler, gidebiliyor muydunuz?'' Bana şöyle yandan bakıp tebessüm ediyor. Belki de içinden şöyle diyordu: ''Ne diyor bu adam, galiba Mars'tan geldi!'' Parmağı ile orayı işaret ediyordu...''Abi sen ne diyorsun, oraları bölücü örgütün üssüydü adeta. Gitmek yürek isterdi. Oralarda sözde mahkeme kurup insanları sorguluyorlardı. Bilhassa sana kesilen vergiyi ödemek istemiyorsan alıp orada sorguluyorlardı!''

            Bir öğle arasında yürüyüp bir kahvehanede çay içeyim diyordum. Bir masaya oturup çay içiyordum. Yandaki masada da beş altı kişi oturuyor. İki yaşlı insandan birisi diğerine soruyor: ''Musa abi hatırlıyor musun, sana ne kadar vergi kesmişlerdi! Onu ödetti mi örgüt sana?'' Musa bıyıklarını büküp iki elini birleştirerek masaya koyuyordu... ''İtiraz ettiğim için bir akşam beni evden alıp Cudi'ye götürdüler ve sabaha kadar mahkemede sorguladılar ve eza ettiler. Tamam ödeyeceğim deyip canımı zor kurtardım, ama gelince karakola gidip hepsini isim isim ihbar ettim!''

Öteki atılıyordu...''Sorgulayanlardan birisi de bizim Ramo'nun oğlu Agit'ti. Ama sonraki yıllarda toprağın altını boyladı zalim. Eee etme bulma dünyası!'' Sonra sağ kolunu açıp gösteriyor...''Şu ize baksana, kolumu kırmışlardı, iki platin var burda!''

            O kahvehanede yaşamış olduğum bir sahne var ki anlatmadan geçemeyeceğim. Ben yan masada onlara kulak misafiri olmaktaydım ve o masadaki gençlerden birisinin dikkatini çekmişim demek ki... Yanıma gelip ''abi yabancısın galiba, masamıza buyurmaz mısın'' diyordu. Ben de içimden ''körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz'' diyordum. Hoş beş faslından sonra soruyorlar, kendimi anlatıyorum. Musa amca başlıyor bana Kürtçe birşeyler sormaya... Sonunda ''ben Kürtçe bilmiyorum'' diyorum mecburen. Ama o yüzünü ekşitiyor ve sağ elini havaya kaldırıp bir yelpaze gibi kullanıyor ve şöyle diyor: ''Neden bilmiyorsun, öğrenseydin. Bak ben Türkçe konuşuyorum da!'' Ayağa kalkıyorum ve sol elimi onun omuzuna koyuyorum. Sağ elimin işaret parmağını da tam kalbinin üzerine koyuyorum ve sonra parmağımı kendi kalbime yönlendiriyorum... ''Önemli mi! İki kalp arasında yol olsun yeter ki!''