İnsanlığın ilk dönemlerden günümüze kadar sanat dallarının gelişmesi uygun iklim ortamlarında sağlanmıştır. Sanat ve sanatçı özgür olmayı sever, belli kalıplar arasına sıkıştırılmış sanat insanları gerekli gelişmeyi gösteremezler ve körelirler. Gerçek manada sanatçı kimliğinden ve kişiliğinden ödün vermez . Bu gün sizlere bu konuda örnek teşkil edecek bir sanat adamının bir anısını yazacağım, yarınki yazımda da bir müzik adamının anısını.

Muhsin Ertuğrul türk tiyatrosunun önemli bir ismidir. Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Tiyatro sanatının gelişmesine önemli katkılar sunmuş ve adını altın harflerle Türk Tiyatro Sanatı Tarihine geçirmiştir.

Atatürk’ün uzun yıllar hizmetinde bulunmuş Cemal Garanda , Atatürk ve Muhsin Ertuğrul arasında geçen bir aolayı bakın nasıl anlatmış.

“1931 yılındaydık. Bir gün Dr. Reşit Galip yanına Muhsin Ertuğrul’u alarak Çankaya’ya gelmişti. Şehir Tiyatrosu haline dönüştürülen ‘Darülbedayi’ on beş kişiyi geçmeyen kadrosuyla çıktığı Anadolu turnesinde, ilk durak olarak Ankara’da bulunuyordu. Sofrada henüz herhangi bir konuda konuşma açılmadan Atatürk, Muhsin Ertuğrul’a

- Faruk Nafiz Çamlıbel’in yazdığı ‘Akın’ piyesini nasıl buldunuz? diye sordu. Sahne yapıtlarıyla yakından ilgilenen Atatürk, ulusların kendi tarihlerine önemli yerler ayırmaları gerektiğini söyler ve çok köklü bir geçmişe sahip olan Türk Tarihi’nin destanlaştırılmasını isterdi. Behçet Kemal Çağlar’ın ‘Çoban’ piyesi de, bu amaçla yazılmıştır. Atatürk, ‘Akın’ piyesinin Ankara’daki temsilini görmüş ve beğenmişti. Muhsin Ertuğrul ise henüz görmemişti. Kendisine yazılı metin verildi. Atatürk, Muhsin Ertuğrul’dan şunu istedi: - Biz bu eseri sizin sahneye koymanızı ve sizin sahnenizde oynanmasını istiyoruz. - Eseri henüz incelemedim, sadece baş sayfalarına şöyle bir göz gezdirdim. - Öyleyse hemen bu eserde yazılı olan mısralardan en güç konuşulanı, bize sahnedeymiş gibi lütfediniz. - Paşam, nasıl balıklar sudan çıkınca yaşayamazsa, biz de sahneden başka yerde ne konuşabilir, ne yaşayabiliriz. Bunu bir artist kaprisi sanan Atatürk gücendi, hatta öfkelendi. Israr ve tartışmalar uzadıkça uzadı. (...) Artık sofra paydos olmuştu. Giderlerken Atatürk, Muhsin Ertuğrul’a dönerek:

‘’ Sen bu eserde muvaffak olamayacaksın ‘’ der.

Muhsin Ertuğrul gülümseyerek: - Muvaffak olmaya çalışırım Paşam. - Şimdi seninle bahse girelim. Piyesi gelip seyredeceğim. Ama dikkat et. Rolünü iyi oynayamazsan seni bizzat ben tenkit edeceğim, kötü bir aktör olduğuna inanacağım. İyi oynarsan o zaman da gerçek bir sanatçı olduğuna inanacağım. Muhsin Ertuğrul bu bahsi kabul etti.

Muhsin Ertuğrul olayının üzerinden üç ay geçmişti. Bir kış mevsimi Ankara’dan İstanbul’a gelmiştik. Tepebaşı’ndaki Şehir tiyatrosu’nda Faruk Nafiz Çamlıbel’in ‘Akın’ piyesi temsil ediliyordu. Muhsin Ertuğrul ve arkadaşları 1932 yılının ilk ayında ‘Akın’ı oynamak üzere hazırlığa başlıyorlar. Dekorlar yapılıyor, kostümler dikiliyor, roller dağıtılıp ezberleniyor. Piyeste Türk Hakan İstemi Han’ı Muhsin Ertuğrul canlandırıyordu. Öteki rollerde İ. Galip Arcan, Emin Beliğ, Hüseyin Kemal Gürmen, Talat Artemel, Neyyire Neyir, Şaziye Moral ve Zehra vardı. Provalar ilerlerken Atatürk birkaç kez piyesin hazır olup olmadığını sormuştu. Eser oynanacak hale geldikten sonra temsillere başlanabileceği Atatürk’e bildirilmişti. Şubat ayının ilk haftasında ‘Akın’ oynanmaya başladı. Başta Muhsin Ertuğrul olmak üzere piyeste rol alan sanatçılar büyük bir heyecan içindeydiler. Tiyatrolarına gelecek Atatürk’ün önünde çok çetin bir sınav vermeye hazırlanıyorlardı. Atatürk’ün her işte olduğu gibi sanat işlerinde de çok titiz, ince eleyip sık dokuyan, ufak tefek başarılarla kendisini memnun etmeye imkan olmadığını çok iyi bilen, bir yıl önce kendisiyle tutuştuğu bahsi aklından çıkaramayan Muhsin Ertuğrul, en ufak bir falso bile yapmamak için ‘Akın’ı kusursuz oynamaya çalışıyordu

1932 yılının 19 Şubat akşamı Atatürk’ün ‘Akın’ piyesini görmek üzere, birkaç yıl önce bir yangında kül olan Tepebaşı Dram Tiyatrosu’na gelişi başlı başına bir sanat olayı, Türk tiyatrosu için de tarihsel ve unutulmaz bir gecedir. Muhsin Ertuğrul, Atatürk’ün onuruna sahnenin tam karşısına düşen iki locayı birleştirmiş büyük bir loca meydana getirmiş ve süslemişti. İşte bu şeref locasında Atatürk’ün tam arkasında bulunuyordum. (...) Temsil ilerledikçe Atatürk’ün ilgisi artıyor, bakışları yumuşuyor ve ilk perde kapanmak üzereyken yanaklarından iki damla gözyaşı süzülüyordu. Perde kapandıktan sonra en değerli alkışlar Atatürk’ün locasından yükseliyordu. Temsilden sonra Atatürk, Muhsin Ertuğrul ve üç arkadaşını locaya çağırıp kutladı. Muhsin Ertuğrul’un yüzünü bir mutluluk halesinin çevirdiğini fark ettim. Çok heyecanlıydı. Atatürk’ün ‘muvaffak olamayacaksın’ dediği bir piyesten yüzünün akıyla çıkmıştı. Nasıl sevinmesin? Atatürk güzel sözlerle sanatçıların gururunu okşarken Muhsin Ertuğrul’a şöyle dedi: - Bahsi kazandın. Sen bizim en değerli sanatkârımızsın.” Diye iltifat eder

Gazi Mustafa Kemal; ‘Benim ta ataşemiliterlik çağımdan beri memleketimizde görmeyi candan özlediğim bir hayali gerçekleştirdiniz. Şimdi ben Devlet Reisi olarak size soruyorum: Hükümetten ne gibi yardım istersiniz?’ O anda Gazi Hazretleri’nin engin gözlerine baktığım zaman, ülkenin olduğu kadar tiyatronun da ileri günlerini düşündüm. Geçmişin değil geleceğin önemini anımsadım. ‘Bir tiyatro mektebi istiyorum Paşam’’ diyebildim. Gazi Hazretleri vaktin geç olmasına karşın hemen Başbakan İsmet (İnönü) Paşa’ya haber göndertti ve çağırttı. ‘Paşam sizi rahatsız ettim, fakat mühim bir hususu size arz etmek istiyoruz’ diye beni tanıştırdı. Bana da ‘Haydi, isteğinizi Paşa’ya tekrarlayın’ buyurdular.

‘Bir tiyatro mektebi istiyoruz Paşam’ dedim. O akşam Gazi Hazretleri genç Türkiye Cumhuriyeti’nin hemen bütün önde gelenlerinin ortasında, Türk tiyatro sanatçıları için cömertçe dağıttıkları bin bir iltifattan sonra, söyledikleri sözleri şöyle bitirmişlerdi: ‘Efendiler! Hepiniz me’bus olabilirsiniz, vekil olabilirsiniz, hatta reisicumhur olabilirsiniz fakat sanatkâr olamazsınız.