Yoğun geçen Nisan ayında bazı yıldönümlerini anmak fırsatı olmadı. Bunlardan birisi de 12 Nisan. 1935 yılında Türk Tarih Kurumu adını alan Türk Tarih Tetkik Cemiyeti 1931 yılının 12 Nisanında kurulmuştur.

“Tarih yazmak, tarih yapmak kadar mühimdir. Yazan, yapana sadık kalmazsa değişmeyen hakikat insanlığı şaşırtacak bir mahiyet alır” diyen Mustafa Kemal Atatürk’ün direktifleri sonucu oluşturulan kurumun amacı Türk tarihinin ilk kaynaklardan araştırılması idi.

Tarih yazılırken objektif olmak kuşkusuz çok önem taşır. Atatürk yukarıdaki sözleriyle bunu vurgulamaktadır. Ayrıca kurumun politik ve ekonomik yönden tam bağımsız bir şekilde yapılanmasına özen gösterdi. İş Bankasındaki hisselerinin gelirinin yarısını Türk Tarih Kurumu’na bağışladı.

Böylece Kurum, 1983 yılına kadar herhangi bir etki ve baskı altında kalmaksızın objektif olarak çalışmalarını sürdürdü. İlmi araştırma ve yayınları yanı sıra belli aralıklarla Milletler Arası nitelikte “Türk Tarih Kongreleri” yaptı. Bu kongrelerde, Türk tarihinin belgelenmesi amacı güdülmüştür. Sunulan bildiriler kitap haline getirilerek yayınlanmıştır.

Zamanla zenginleşen kütüphanesi, çalışmaları ve gelişen basımevi dolayısı ile bulunduğu yer yetersiz kalmış, 1967 yılında bugünkü modern binasına taşınmıştı. Turgut Cansever’in projesi olan bu bina “Uluslararası Ağa Han Mimari Ödülü” nü almıştır.

Kitapların yanı sıra dergi yayınlarına da yer verilmiş, örneğin Belleten adlı dergi 1937 yılından beri yayınlanmaktadır. Kütüphanesinde yaklaşık 260.000 cilt kitap bulunmaktadır.

7 Kasım 1982 tarihinde kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti Anayasa’sının 135. Maddesi ile kurulan Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu bünyesine dahil edilmiştir. 1983 yılından bu yana adı geçen kuruma bağlı bir kuruluş olarak çalışmalarını sürdürmektedir.

Geçmişten bu yana süregelen “Resmi Tarih” ve bunun karşıtı “Gayrı Resmi Tarih”  tartışmaları son yıllarda ifrat ve tefrit boyutlarında devam etmektedir.

Resmi tarihi, hakim sınıfların bilinmesini istediği tarihtir diyenler, devletlerin gerçekleri çarpıttığını, olmuş olayları olduğundan daha başka türlü anlattığını ileri sürmektedirler. Ne yazık ki kendileri de aynı yola başvurmakta, içlerindeki art niyetliler hiçbir belgeye dayanmayan söylentilerden öteye gitmeyen iddialar ortaya atmaktadırlar.

Tarihi böyle kısımlara ayırmak, tartışmalara açmak toplumu çatışmalara götürür. Bunun hiçbir anlamı ve faydası yoktur. Sonuçta ülke ve millet olarak yok olma sürecini hızlandırmaya hizmet edilmiş olur.

Bu aşamada Türk Tarih Kurumu’nun önemi bir kere daha ortaya çıkmaktadır. Atatürk’ün bağımsız bir kurum olarak yapılanmasını istemesi boşuna değildir. Tartışmalara belgelerle, bilimsel çalışmalarla, korkusuzca son noktayı koyabilmek için ilk kuruluşundaki statüsünün korunması gerekirdi.

Bugünkü haliyle böyle bir şey beklemek boş hayalden öte gitmez. İlber Ortaylı gibi akademisyen, bilim adamı, Sinan Meydan gibi araştırmacı yazar, gerçek tarihçilerin dışında,  kafasının içi örümcekli dışı fesli danışmanlık yapan tarihçi geçinenlere boş alan kalır.