Rüzgârın önünde savrulan yaprak gibiyiz.

Yalova’nın kaderi ülkemizle paralellik arz ediyor. Başka türlü olamazdı zaten. Hayatın akışı, bağlantısal bütünlük içinde onlarca nedene bağlıdır. Bugünkü dağılmışlığa çözüm bulabilmek için nedensellikler içinde öne çıkan neden’i keşfetmeyi önemsemeliyiz.

Tarihi bu bağlamda daha iyi anlayabilmek amacıyla dönemlere ayırmak faydalıdır.Ayırma işlemi eğer öngörülen dönemler arasında karakter farkı varsa anlamlı ve mantıklıdır. Belli dönemleri belirleyen olayların ayrıcalığı, kendisinden önceki ve sonraki süreçleri etkileyecek değişimi veya dönüşümü başlatmasıdır.

1980’de Amerikancı ‘bizim çocukların’ darbesiyle de ülkemize yansıyan ‘1978 Washington’ kararlarını, sonraki dönemin başlangıcı olarak ele alıyorum ve en belirleyici karakter farkı, ideoloji daha doğrusu ideolojisizliktir. Yeni dönemde ideolojilere artık yer verilmeyecekti ve öyle de oldu. Toplumculuğun dağıtıldığı, herkesin birey’leştiği kapitalizmin neo-liberal dönemi… Neoliberalizm sebep, ideolojisizlik sonuç…

Bu ana sebebin meydana getirdiği sonuç, düşüncenin mihrapta yerinin kalmamasıdır. Hâlbuki kapitalizm Aydınlanma’nın rahminde dünyaya gelmişti. Aydınlanma’nın kurucusu da Descartes’dı; hani şu ‘düşünüyorum öyleyse varım’ diyen filozof. O zaman şimdi; düşünceyi yok etmekle kapitalizm intihar mı etmiş oluyor. Bir aldatmaca… ‘Akıl’, ‘fikri özgürlük’ gibi kavramlar öne çıkarılsa da Aydınlanma denilen sürecin esası iktidardaki kiliseye karşı mücadeleydi.

Rüzgârın önünde savrulan Yalova’yı yaratan sebepler zincirinin zemini, siyasetin fikriyat yoksunluğudur. Çünkü kapitalizmin merkez ülkesi olmayan Türkiye gibi bir ülkede ve ideolojilerin yok edildiği ortamda halka yönelik siyaset sadece etnik veya kültürel ayrışmanın istismarına dayanan söylem üzerinden yapılabiliniyor. Particilik yapanlar açısından ise fikriyatın körleştiği, değerlerin maske vazifesi gördüğü çıkar odaklı bir faaliyet alanıdır siyaset; liyakat istemeyen verimli bir zemin… Menfaat yarışı. Bugünkü tabloya bir günde ulaşılmıyor. Çürüme zaman alıyor. Dozu günbegün artan, son kırk yılın hikâyesidir bu çürüme. Bu sürecin zirve yaptığı günümüzü tanımlayan iki karakter var; ahlak zafiyeti ve seçmenin yapay zekâ marifetiyle yönlendirilebiliyor olması…

Artık yolsuzluklar o kadar ayyuka çıktı ki ortalıkta konuşulur oldu. Kim mi hesap soracak? Adalet siyasetin pençesinde olunca halkın tepkisi kalıyor geriye. Doğal olarak halk deyince bir gülme geliyor herkese; yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan çıkar misali… Fikriyat olmayınca ahlak vicdanlarda mahkûm. Kızanların derdi, kendine pay düşmemesinden kaynaklanıyor. Bazıları da kavmiyetçilik girdabında, malı götüreni ‘bizim çocuk, helâl olsun’ söylemiyle meşrulaştırıyor. Hasbelkader yolsuzluğu açığa çıkan siyaset esnafı artık utanmıyor bile. Tabii bu sonuca bir günde gelinmedi. 1980 öncesi siyaset yapan kişi bedel öderdi; madden, manen, bazen de canıyla… O zamanlar tüm ülkede olduğu gibi Yalova’da da o parti, bu parti demeden ortak tabloyu fedakârlık tanımlıyordu. Bugün itibarıyla siyasetin zemini çıkar üzerine olunca işadamı kılıklı bazı sahtekârlar, dolandırıcılar da cirit atıyor ortalıkta. Onlar da hem kendi yollarına bakıyor, hem de hırsızlık tecrübeleriyle siyasetçilere yol yordam öğretiyor ve de itibar görüyorlar.

Bir zamanlar, Cemil Meriç’in ‘ideolojiler, idraklerimize giydirilmiş deli gömlekleridir’ yaklaşımını doğru bulurdum, çünkü ideolojiler, mutlak hakikati temsil etme ihtimali olmamasına rağmen din gibi algılanan tabulara dönüşüyordu. İdeolojilerin tarihsel olduğu göz ardı ediliyor, uğruna kan dökülen inanç alanına eviriliyordu. Tehlikeli sulardı. Bilimsel keşiflerden ilaç da silah da yapılabilmesi gibi siyah-beyaz uçları bulunan bir olguydu aslında. Hâlbuki ideolojiler de bir ihtiyaçtı. Toplum içinde ‘biz’ olmanın zeminiydi. Zamanın şartlarına göre öne çıkacak çözümlerin kitlesel kabulü için gerekliydi. Ahlakın yaygın bir davranış biçimini alması ancak toplumsal aidiyetle mümkündür.

Yapay zekâ üzerinden gün geçtikçe artan demokrasi krizi ise henüz tam hissedilmiş değil. Bilinen dünya tarihi iki yüz elli bin yılı aşıyor. Tarihin son iki yüz elli yılında yaşananların önceki binlerce yıldan ne kadar farklı olduğunu bir hayal edin! Şimdilerde sekiz milyarı aşan nüfus iki yüz yıl önce milyarın altındaydı. O demler ayağı yerden kesilmeyen insanlık, son iki yüz elli yılda buharlı makineler, tren, araba, uçak, roket derken ayağımızı aya bastık. Ateşle ısınıp, mum ışığında çalışırken, şimdi elektrik ve petrolün hayatımızın yüzde doksanını işgal ettiği dünyayı bir karşılaştırın. İki yüz elli sene önce farklı iktidar odakları ve yönetim tarzları varken, 1800’lerde bu yana bir demokrasi tecrübesi yaşandı.

Bir de 2023 yılının son iki buçuk ayına göz atalım. Yapay zekâ ile birlikte her şeyi allak bullak eden Chatgpt, GPT-4 ve benzeri birçok yeni yazılım sayesinde yazarlıktan tasarıma,  el işçiliğinden her türlü yaratıcılığa kadar bütün yaşamın değişeceğine şahit olurken, yönetim tarzının, iktidar araçlarının değişmeyeceği düşünülebilinir mi?

Önümüzdeki süreçte sandık demokrasisinin kontrolü artık küresel iktidarın elinde olması kaçınılmazdır. Bu ortamda hâlâ 20.yüzyılın demokrasi uygulaması geçerli olabilir mi? Batı’nın maskeli demokrasi tiyatrosu yerine Türk’ün demokrasi anlayışını teklif etmek gerekmez mi? Küresel güçlerin yönlendiremeyeceği kutlu yöneticileri seçebilme şartların oluşturulmasını düşünme vakti gelmiştir.