‘Ne kadar çok özlüyoruz eski Yalova’yı’ cümlesi nerdeyse herkesin dilinde. Bu muhabbetin devamı çoğunlukla gelmez ama ardından gelmesi gereken soru şu olur; neydi ki özlediğimiz?

Konforlu evler mi? Çeşitli spor imkânları mı? Kültürel etkinliklerdeki çeşitlilik mi? Ulaşım kolaylığı mı? Zenginlik mi? Özgürlük mü? Mutluluk mu?

Yarım asır önce şimdiki gibi ne spor imkânı vardı ne de kültürel faaliyet zenginliği. Ulaşım çok daha zordu; hayat standardı çok daha düşüktü ama galiba daha özgür ve daha mutluyduk. Neden?

‘Uygarlık’ modasıyla demokratik bir ayrıcalık sayılan ‘birey’ olma hakkı iki asırdır önümüze kondu. Beyinlere nakşedilen algı, birey olmadan önce köylü, esnaf, baba, çocuk ya da köleydik; çağdışıydık… İçinde bulunduğumuz toplumsal kimlikle anılırdık. Ne birey ne de özneydik. Birey olmamız istendi. Etkili laflarla yönlendirildik; uygarlık, liberallik ve özgürlük…

Neden niçin diye sorgulamazdık ama yüzlerce yıldır genlerimize, sosyal hayatımıza alışkanlık ve davranış biçimi olarak yerleşen şekliyle ‘ferdiyet’ ilkesinin mensuplarıydık. ‘Biz’ içindeki ‘ben’dik.

“Birey olma özgürlüğüne sahip olmak isterken, bir yandan yaşantımızı özerk bir varlık olarak sürdürmenin temel insanlık hakkı olduğunu söylüyor, diğer yandan da bu sorumluluk altında eziliyor ve sonunda kendi kendimizden nefret etmeye başlıyoruz.”  J. Baudrillard bu tespiti sadece Yalova veya ülkemiz için değil, tüm sözde gelişmiş dünya ülkeleri için yapıyor.

Canlılar içinde sadece insan dünyaya geldikten hemen sonra yaşama tutunabilmek için başkalarına muhtaç; anne, aile, toplum…  Hem kişiliğini hem kimliğini kazanırken her daim kendi iradesi dışında oluşmuş şartlar tarafından çevrelenmiş olması kayıtlardan veya sınırlardan uzak olmadığının işaretidir.  İç-içe geçmiş fiziki âlem ve hayat kürelerinde yaşayan insan için başka bir gerçeklik de oyun halkalarıdır. İnsan toplumsallığı, kendini içine fırlatılmış bulduğu bir oyunda bulur. Dünyaya geldiği ailenin, köyün, şehrin alışkanlıkları, kültürü, hukuku sorgulamadan kabullendiği oyunun sınırıdır yani başlangıçtaki kayıtlarıdır. İnsanlık tarihi boyunca oyun hep vardı hatta oyuna kültürün öncülü derler. Oyun içindeki mücadele kazanmak adınadır. Arzu gücü beğenilmek ister, kazanmak ister. Beğenilmek, ‘biz’ içindeki ‘ben’in kemâl yolculuğu ile mümkündü. Arif olanlar yol alırlar, şuursuz olanlar ise davranışlarına yansıyan kültürel alışkanlıklarla oyun içinde kurallara uyardı.

Oyun tek kişilik değildi. Mahallemiz, şehrimiz oyun alanımızdı. Oyun içinde özgürdük. Herkesin farklı kabiliyetleri vardı, onları sergilerdi; yarışırdık. Ne yaparsak birlikte yapardık. Kardan adam yapıp erimesin diye dua eden çocuklardık. Sokak oyunundan vazgeçemeyip, salça ekmek yiyip doyan gençlerdik. Karnımız acıktığını unuturduk oyun oynarken.  Ölen bir kuş görsek gömer, mezar yapay dua okurduk, mutluyduk.  Bizler bahçeli evlerimizde çevremizdeki insanlara güvenerek büyüdük. Biz çocuk gibi çocuk, genç gibi gençtik. Kavga da ederdik, serserilik de yapardık ama içinde bulunduğumuz oyun halkasının kuralları vardı. Toplumsallıktan taviz verilmezdi.

Oyun içinde haksızlığa uğrayınca veya bunun şuuruna varınca karşı dururduk; özgürce… Belki herkes o cesareti gösteremezdi ama gösterenler mahallenin kahramanları olurdu; itibarlıydılar. Ailesi varlıklı olanın itibarı top patladığı zaman yeni topu alana kadardı, tek ayrıcalığı kötü oynasa da yedekte beklemezdi. Esas ölçü ne paraydı ne de makam, sadece adamlıktı ve yazılmamış toplumsal kuralları vardı. Kuralları içine fırlatıldığımız çevremiz, tarihsel kültürümüz ve inançlarımızdan beslenen hayata bakışımız belirlerdi. Tam bir ‘amor fati’ durumu; kaderimizi severdik.

Çağdaş filozof Byung-Chul Han’a göre, özgürlük (Freiheit) ve arkadaş (freund) Hint-Avrupa dil ailesinde aynı köke sahiptir. Özgürlük bir ilişki kelimesidir. İnsan kendini ancak iyi bir ilişkide, diğer insanlarla mutlu bir birliktelik içinde gerçekten özgür hisseder. Özgür olmak (frei sein) köken olarak dostlar arasında olmak (bei Freunden sein) anlamına gelir. Türkçede özgürlük, öz’ün gürleşmesiydi; öz’ün kemâl yolculuğu. Mekânı gönüldü. Fikriyatı cümle âlemin kardeşliği ve birlikteliğiydi. Ne etnisite bilirdik ne de mezhep. Hepimiz Türk’tük.

Geçmişe özlemin sebebini, Schumacher’in ‘Küçük Olan Güzeldir’ adlı meşhur eserinin verdiği ilhamla eski Yalova’nın küçüklüğünde bulurdum bir zamanlar. Ama hayır! Eski İstanbullular da aynı özlem içinde, Bursalılar da.

Şimdi ise dünya tek bir köye dönüştü ve bütün oyunlar birleşti yani oyunlar da küreselleşerek tekleşti.  Toplumsallık kalmadı; hep beraber ‘birey’leştik. İnternet, yapay zekâ, tüketim sarmalı derken hem özgürlüğümüzü hem de mutluluğumuzu yitirdik. Şimdilerde itibar, gücünü para ve makamdan alanlara ama gerçek değil, geçici. Hızlı tükeniyor. Hakikat yerini sanallığa bıraktı. Kahramanlar sahte.

Nasıl mı oldu bu işler? Kapitalizmi kavramadan anlayamayız. Liberalizmin sömürdüğü emekten ziyade özgürlüktür; birey’in özgürlüğü. Daha doğrusu özgürlük aldatmacasıdır. Zekice bir yöntem. Zekice çünkü özgürlüğün pratiğine ait ne varsa sömürülür; heyecan, iletişim ve oyun ama sokaktaki birlikte oynadığımız değil, dijital mağaramızdaki oyun. Platon’un mağarasından daha karanlık.

Özgürlüğün sömürüsü, yabancı bir gücün sömürüsünden katbekat fazla kazanç sağlar. Biri baskıyla, zorla, dayatmayla, diğeri gönüllü… Gönüllü köleleriz.

Mahalle gerçek kahramanlarını bekliyor. Yalova’da, İstanbul’da, Londra’da…