Ekonomik sıkıntılar dayanma sınırını aştıkça doğal olarak kabahatli ararız. Herkes gördüğü kadarıyla yorumlayınca fotoğrafın büyüğünü görmek imkânsızlaşır. Hayat oyun halkalarından ibaret ve iç içe. Anlamakta zorlandığımız hatta aldandığımız husus, problemin özü sanki sadece içinde bulunduğumuz en alt oyun halkasındaki basiretsiz yöneticilerden kaynaklanıyor sanmamızdır. Zaafımız, üst halkada sahnelenen senaryonun belirleyici olduğunu idrak edememektir.

Çağdaş bilimsel yöntem, bağlantısal bütünselliktir. Haneden yerele, ulusaldan küresele bağımlılığı fark etmek gerekiyor. Her oyun halkasında yapılan hatalar yarayı büyütür, derdi çoğaltır. Son süreçte basit matematik doğrularla çelişen kararların ekonomiyi alt üst etmesi gibi… Ama bunları meselenin esasını zannetmek aldatır. Büyük sahnenin perdesi küreselde açılıyor. Oyun sıkmaya başlayınca, sahne kapanmadan senaryoda değişiklik yapılıyor.

Küresel oyun halkasının adı kapitalizm. En üst oyun halkasındaki senaryoyu bozmak, adaleti sağlamak, meydan okumaya bağlı. Ama nasıl? Tabii ki mazinin tarih olmuş sloganlarıyla değil, gerçeğe bilgece yaklaşarak. Anlayarak, kavrayarak…

Kapitalizmi aşmak,  tüketimi sermayenin büyüme aracı haline getiren olguyu, tüketici duygusunun analizini ve o duygunun beslendiği oyunu görebilmekle mümkün olabilir. Üretim sürecinde zaman ve mekân farkının kalmayacak olmasının artı-değeri azalttığını veya belki de sıfırlayacağını beklemenin yanı sıra tüketimden beslenen artı-değerin de etkisizleşmesinin ancak tüketim duygusuyla sahnelenen oyunu bozmakla mümkün olabileceğini de fark etmek gerekiyor, çünkü uzun yıllardır içine sokulduğumuz girdap, üretmeden tüketmek ve borçlanarak tüketmektir.

İnsan, doğası gereği hırslıdır. Kapitalizm dün de, bugün de gücünü hırstan alır. Dünkü sadece sermayedarın hırsıydı, bugün ilave olan araçsallaşan tüketicinin hırsıdır. Hırs yani daha fazlasına karşı duyduğumuz çılgın arzu, insanoğlunun yadsınamaz bir gerçeğidir. Kapitalizmin kendi kendini yeniden üretme süreci bütün bu sürecin somut insan ihtiyaçlarında temellendiği, gerçek bireylerin gerçek ihtiyaçlarını karmaşık bir yoldan gidermesini sağladığı kurmacasına bağlıdır.

Oyun teorisiyle izah edilen insan hayatı ancak çalış-tüket girdabının dışında özgürlüğe ulaşabilecektir. Gerek Hegel’in gerekse Marks’ın düşünüşüne ilke olarak çalışma hâkimdir. Bizzat dünyayı oyun olarak yorumlayan Heidegger’in ‘Varlık ve Zaman’ı da aynı şekilde çalışmaya odaklıdır. Sıkıntı ya da endişe içindeki ‘oradalık’ oyun oynamaz.

İnsanların bugün kendi ihtiyaçları için değil, sermaye için çalışmasının sebebi sermayenin ihtiyacını kendi ihtiyacı olarak algılıyor olmasıdır. Bu algı nasıl mı oluşuyor? Sermayenin, arzu üretimini gerçekleştirmesi ve finans oyunlarıyla borçlandırmasıyla tabii ki. Zor kullanmadan, heyecanlı duygularla arzularının peşinde koşan, hoşa gitmeye çalışarak gerçekleşen hem suçlu hem borçlu yeni bir kölelik tarzıdır bu. İletişimde bulunmaya ve tüketmeye yönlendirilen yığınlar söz konudur artık. Kısacası farkında olabilenin, ‘İstediğim şeyden koru beni!’ diyerek dua etmesi gereken bir durum.

O zaman sormamız gereken soru şudur: İnsan tüketim sarmalına neden girer?

Yapay zekânın kişiyi kendinden daha iyi tanıdığı bir durumda, yönlendirmeyle kişinin var olmasını tüketmeye bağımlı hale getirince, tüketim amaç olur. Var olmak arzusu ve dolayısıyla benlik duygusu olmazsa olmazdır ama kapitalizmin tarif ettiği ‘var olma’ sahnesi zorunlu değildir. İnsanlığın önüne konulan zorunlu sahne, kimliğin dolayısıyla var olabilmek ancak tüketimden geçer duygusu üzerine hazırlanmıştır. O tarife göre yola çıkınca, hedefe ulaşmasan da yolda olmanın keyfi bağımlılık yapar ki yaşanan budur.

Arzu, açık seçik ekonomik çıkardan tutun, stratejik biçimlere bürünmüş ve insanın az çok itiraf ettiği çıkarlara, oradan da ekonomiyle en az ilgili olan, hatta ekonomiye karşıt olan ahlaki, simgesel ve ruhsal çıkarlara varıncaya kadar her türlü çıkarı bünyesinde toplar. Kapitalizmdeki toplumsal ilişkiler, salt iktisada dayalı yorumların hayal edemeyeceği kadar çok yararlanır bu yelpazeden.

Arzu üretimi, gelişen iletişim teknikleriyle ve ‘şeffaflık’ avunmasıyla gerçekleşiyor. Şeffaflık, yeni düzenin sistematik bir zorlamasıdır. Yeni efendilere göre her türlü bilgiye ulaşmak için hiçbir engel kalmamalıdır; şeffaflık gereği, enformasyonlar serbestçe dolaşmalıdır. Koreli Filozof Han’ın tespiti şöyledir; “Sosyal medya takipçileri, Youtube ve İnstagram’daki influencerların sahnelediği günlük yaşamlarında tükettiklerini iddia ettikleri ürünleri satın alarak birer mürit olarak onların hayatına iştirak ederler. Böylelikle takipçiler birer ‘dijital şükran ayini’ne’ katılırlar. Sosyal medya bir kilise gibidir: Like âmin demektir. Paylaşmak birliktir. Tüketmek kurtuluştur.”

Hayatlarımız davranış denetimine dayalı olarak kayıt altına alınırken özgür olduğumuzu hayal ederiz. Takipçi, yeni kimliğini ölümüne gerçekleştirirken, kendisini ölümüne tüketir.

Hayat bir oyun. Oyunu şekillendiren de kurmacalar. Kapitalizme entegre olduğumuz 80’lerden bu yana meydan okuyacak fikir sitemi geliştiremediğimiz gerçeğini kabul etmekten başka çaremiz yok maalesef.

Sahi, Türk milletinin kurmacası var mı? Yoksa sınırları çizilmiş kendi oyun halkamız içinde elma şekeriyle mi oyalanıyoruz! Adına da demokrasi diyerek…

Esas mesele aktörleri değil, oyunu değiştirmekte.