El yazması nadir eserler arasında rapor ve durum değerlendirmesi için saraya sunulan layiha ve risalelerin bir kaçı gözden geçirildiğinde 18. yüzyıl Osmanlı devlet teşkilatının ne durumda olduğunu, yöneticilerin ve ulemanın büyük bir kısmının nasıl ahlaki çöküntü içinde ve ne derece liyakatsiz oldukları görülmektedir ki o tarihten bugüne koskoca cihan devletinden büyük kayıplar, büyük acılar yaşana yaşana bu günlere gelindiği ortadadır. 

Raporlarda ana sorunların dışında, devlet adamlarının ve halkın lüks tüketim ve gösteriş tutkusu tehlikeli bulunmakta olup, ilim erbabının da padişaha karşı dürüst davranmadıkları ve onu yanlışlıklar ve temel sorunlar hakkında bilgilendirmedikleri ifade edilmekte ve yönetim zafiyetini göstermek bakımından da 'en-nâsu alâ dîni mülûkihim' ‘İnsanlar yöneticilerinin dini üzeredir‘ diyerek bütün olanlardan padişah sorumlu tutulmaktadır. 
Devletlerin, ancak 'hekîmâne' bilgelikle düşünerek ve kendilerini günün şartlarına uydurabildikleri takdirde 'ilâ âhiri'd-devrân' ‘dünya durdukça’ yaşayabileceklerini söylemekte; 'katl ü nefy ve müsâdere' yani zorbalık ve zulüm ile devlete nizam verilemeyeceğini, bunun ancak insana yakışır siyaset üslubunda olarak 'sanat' ile başarılabileceğini ileri sürmektedir. 

Zorbalık ve zulüm üslubunun bu noktada ilk akla geleni ve en yıkıcı olanı ise inanç temelli olduğu iddia edilen dinden dışlama tavrıdır. Bugün islam dünyası diye bilinen coğrafyanın neredeyse tamamında; tarih boyu yöneticiler ve onlara bağlı dini otoriteler, hem kendileri gibi düşünmeyen müslümanları “Siz müslüman değilsiniz, yatacak yeriniz yok ve olmamalı…” diye yaftalayarak hem de gayrimüslim olarak damgaladıkları diğer kitabi dinlere mensup inanan insanları “gavur, kafir, cehennemlik” yollu sözleriyle öteleyerek tehdit etmişler, zulüm yapmışlar ve toplumdan tamamen dışlamaya çalışmışlardır. 

Yıkıcı etkisi olan bu tavırların ardındaki zalim aklın yetersiz hükmüne, salt kendi anlayışına, kendi öğrendiğine, kendi alıştığına göre kavram yorumlamanın enstrüman olduğu ve toplumların mukadderatı üzerinden menfaat çatışmalarının yürütüldüğü tüm zamanlarda kanaat yapıcıların! ısrarla kabul ettirmek istedikleri gibi bir islam var mıdır? Dayattıkları ve sürekli aşılamak istedikleri türden bir islam var mıdır? Bu soru, günümüze kadar olan tüm musibet ve mahrumiyetlerin anahtar sorusudur ve risalelerde bahsedilen 18. Yüzyıl ulemasının dürüst davranmadığı şekliyle devam ederse hayati sıkıntılar yaşayacağımız aşikardır. 

Din olarak islam tek gözlü bir kaynaktır ama bu kaynaktan çıkar çıkmaz değişik yataklardan akıp gider ve hepsi birbirinden faklı yüzlerce vadiyi, ovayı besler. Değişik renklerde akmağa, değişik tatlar almağa başlar. İslam ve Kur’an birdir ama bu soyut islamı somut bir şekilde, kendi dil ve diyalektlerinde hayata geçirip yaşatan, yani kendi sosyo-kültürel ortamlarında, günlük hayatta, algıladıkları ve anladıkları gibi gözle görülür, elle tutulur halde yaşayan müslümanların yorumu ise çoğuldur. 

İnsanların farklı mezhep ve inançlara sahip olması, toplumsal ve kültürel farklılıklar, her peygamber bir öncekinden farklı bir kural ve ibadet tarzı getirmiş olması büyük bir zenginliktir. Allah’ın dini, doktrin itibariyle hiçbir zaman değişmemiştir ve o dinin adı da islamdır. Kur’an böyle söylüyor: 

“ ... Sizden her biriniz için bir şeriat ve bir yol-yöntem kıldık. 
Eğer Allah dileseydi, sizi bir tek ümmet kılardı; 
ancak (bu) verdikleriyle sizi denemesi içindir. 
Artık hayırlarda yarışınız. Tümünüzün dönüşü Allah'adır… “
 
 ( Maide / 48)

Maldivler’den Senegal’e, Yemen’den Baykal gölü kıyılarına kadar dünyanın dört bir tarafında islamı, sünni, şii veya harici bakış acılarıyla, sufiliğiyle, değişik mezhep ve tarikatlarıyla, birbirine ters bile düşebilen ayin ve erkanlarla yaşatan yüzlerce değişik müslüman topluluğu vardır. Öyle ki bu kadar farklılık karşısında “Kim gerçek müslümandır?” sorusu dahi sorulabilir. 

Bu noktada “İslam” kavramına yine kitaptan bakarak cevap bulabiliriz: Kur’ân’a göre bütün peygamber efendilerimizin getirdiği dinlerin ortak adı “islam” ve “tevhid dini” dir. Allah’ın birliğine temellenen dinler, şartlara göre farklı hükümler içerseler de öğreti itibariyle aynı inanç ve aynı ahlaki modeli insanlığa sunmuşlardır. Kur’an’ın bildirdiğine göre Hz. Muhammed’in irşad ettiği din, atası Hz. İbrahim’in getirdiği dindir. 

“ Allah, size dinde güçlük yüklemedi. Babanız İbrahim’in dinine sizi iletti. 
O daha önce de size müslümanlar adını vermişti, bunda da yine müslümanlar dedi ”

( Hac / 78)

Kur’an da aynı kaynaktan olarak kendinden önce gelen, aslı ve orijinalliği bozulmamış olan tüm kutsal kitapların tasdiki mahiyetinde bir kitaptır:

“ Ve deyin ki; “Biz Allah'a iman ettiğimiz gibi, bize indirilen ile; 
İbrahim, İsmail, İshak, Yakub ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilen ile diğer peygamberlere
Rableri tarafından verilenlere  iman ettik.
O’nun elçilerinden hiçbirini diğerinden ayırt etmeyiz ve 
biz ancak Allah’a teslim olanlarız. “

( Bakara / 136)

Hele ki "Semâvî bir din gelince evvelki dinlere inananlar tamamen iptal olur" anlayışının ve bu sebeple önceki peygamberlerin irşad ettiği kurallara uyup inançlı ve dürüst yaşayanlar dahil dünyadaki tüm insanları kafirlikle itham alışkanlığının yanlışlığına, zihinlerdeki bu algının hayati hata olduğuna dikkat çekmek, artık bilginlerin birinci amacı olmalıdır. Zira böyle sapkın bir algının gerçeğe uygun bir yönü olmadığı gibi Kur’an'da yeri de yoktur:

“Size selam vererek sizinle buluşan kişiye müslüman değilsin demeyin” buyurulduğu, kitap ehline dokunulmayıp dinlerinde tamamen serbest bırakıldığı; Allah’ın birliğine inananın cennete gireceği bildirildiği halde insanlara küçücük bir müsamaha bile neden gösterilmez? Hoşgörü anlamıyla müsamaha, tolerans, tahammül gibi kelimeler dahi derin düşük anlamlarında; “kendini daha değerli, daha önemli görme, gurur kibir gibi illetlerle insanlıktan uzak düşünüldüğüne delalet ederler. Bu noktada hoşgörü kelimesi yerine birgörü kelimesi kullanmanın doğru olacağı önerilebilir. Ne demek hoşgörü? Ne demek tolerans? 
Sen ne kadar değerlisin ki başkalarını kantara vuruyorsun? Karşındakiler o kadar hakir ve sen o kadar yükseksin ki yüksekliğinden menkul onları hoşgörüyorsun öyle mi? 

“Kitab ehlinden öylesi vardır ki, 
ona yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder.”

(Al-i İmrân / 75)

Bırakınız müslümanım diyeni, Benî İsrâil ve Benî Nasârâ’yı da tamamen dışlamak Allah’ın kanunlarına uygun düşmeyeceği gibi Kur’an’ın “ehl-i kitâb” olarak isimlendirip onları taltif eden birçok ayetlerini de inkar etmek anlamına gelir.  

“ Şüphe yok ki inananlar; 
Yahûdilerden, Hıristiyanlardan ve Sâbiîlerden 
Allah'a ve ahiret gününe iman edip iyi iş yapanlara 
Rableri katında mükafatları vardır. 
Onlara herhangi bir korku yoktur. Onlar üzüntü de çekmeyeceklerdir.

( Bakara / 62)

Mescid-i Nebevi’in bir bölümünün ayin yapılmak üzere tahsis edildiği halde; İsevî olan Habeşistan Kralı Necaşi’nin vefatında gıyaba cenaze namazı kılındığı halde, bir Musevi cenazesi önünden geçerken, mevtaya hürmeten ayağa kalkıldığı halde… O gün bu gün  toplumsal zihniyetin en derinlerine kazınan “Ehl-i Kitâb’ı ilâhî rahmetten dışlama” düşüncesizliği, yaşadığımız birçok mahrumiyetin baş sebeplerindendir; iman zaafıdır ve Kur’an’ın ruhuna taban tabana ters düşmektedir:

Bugün maalesef ulemanın ve yöneticilerin farkında olarak veya olmadan içinde bulundukları bu asilikleri yüzünden Ali, Muaviye ve İsmail kavgası hala devam ediyor. İslam dünyasında her Muharrem ayı adeta Sıffîn savaşı bu yüzden yeniden başlar,  bir diğerine kız verilip alınmaz, camide birlikte namaz kılınmaz, ayinine iştirak edilmek şöyle dursun selam dahi vermez halde müslümanlar. Kendilerinden olmayana da cenneti haram etmiş haldeler! İşte kaç milyarlık bir nüfusu barındıran coğrafyanın esaret ve mahrumiyetinin gerçek sebebi:

Cümle yaratılmışa bir göz ile bakmayan
Halka müderris olsa, hakikatte asidir…
Ne kadar yazık…
Koca Yunus’un bu sözleri anlaşılmamış. 
Ve bu sözlerin hangi kaynaktan beslendiği de… 

Ne kadar yazık değil mi? 
Kur’an bilmeyen, Kur’an anlamayan müslümanlar! İman problemli müslümanlar… 

Şu iki cümlenin hangi kaynaktan beslendiğini dahi bilemediler! 
Çünkü ulemanın çoğu dürüst değil… Öğretmedi, uyarmadı.
Tıpkı çoğu yöneticiler gibi…
Çünkü onlar asi. 
Neye asi? Gerçeğe asi, Hak’ka asi vesselam…