Şehitler Beldesi’ne girip arabadan iniyorum ve köy çeşmesine yöneliyorum. O soğuk sudan içip yüzümü de yıkıyorum. Karnım da kısmen acıkmış olacak ki çantamdan o keteyi çıkarıp yemeğe başlayınca birisi yaklaşıyor. Beni bir baştan aşağı süzüyor ve elini uzatıyor. ‘’Hoşgeldiniz, yolculuk nereye? Nerelisiniz?’’
‘’Çermik’liyim! Doğduğum yeri ziyarete geldim!’’
‘’Uzaktan geliyorsunuz galiba?’’
‘’Evet, uzaktan…Yalova’dan geliyorum!’’
‘’Buyurun bir çayımızı için!’’
‘’Teşekkür ederim, yolcu yolunda gerek!’’ Ve vedalaşıp karşı dik vadiden tırmanmaya başlıyorum. Sağımda uzana bir çay akıyor ve suyun sesini dinliyorum. Hemen yanımda dik ve kayalık bir dağ uzanmakta ve yer yer koruluklar göze çarpıyor. Burası tam da bozayıların mekanı. Biraz bartı olacak ama ben buralara ‘’Bizim Serengeti’’ adını takmışımdır. Zira yaban hayatı yönünden zengindir buraları… Yavaş giderek doğanın sesini ve yeşil manzarayı tadıyorum. Sanki ‘’icapçıyım’’ da acilden telefon mu gelecek! Bir köye geldiğimde kahvehaneye girip bir çay içiyorum. Maksat çay değil de o havayı koklamak elbette…O sırada yanıma bir meczup geliyor, ama telaffuzu o kadar kötü ki anlamış gibi yapıp başımla onaylıyorum, ama adamın gideceği yok. İçimden de ‘’çattık yani’’ diyorum, ama elden gelen bir şey olmuyor. Karşı masadan birisi imdadıma yetişip beni o meczuptan kurtarırken ben de cüzdanımdan para çıkarıp eline sıkıştırıyorum, sevinci yüzüne yansıyor.
Direksiyona geçip yola reva oluyorum. İşte doğduğum belde! İnip iki kolumu önümde birleştiriyorum ve sağ elimin baş ve işaret parmakları ile de çenemi alttan destekliyorum ve uzaklara bakıyorum boş boş! Bir düşünen adam! Çocukluğum hafızamda canlanıyor…
Devam edip o köprüden geçiyorum ve Faruk beni karşılıyor. Kalbi bir karşılama elbette…
‘’Sarıilçe’den hareket ettiğinde saatime bakmıştım, sen gecikince bayağı meraklandık! Acaba yolu mu kaybettin, başına bir şey mi geldin diye!’’
Tebessüm ediyorum…’’Kona göçe geldim. Dağları, çiçeklerin kokusunu içime çekerek zamanı hovardaca kullandım. Hastanedeki telaşlı hayat tempomun adeta intikamını aldım yolda! Anı yaşamak güzel bir kavram olsa gerek!’’
‘’Karnın acıkmıştır’’ diyor eşi ve mükellef bir sofraya davet ediliyorum…Keteler, peynirli gılikler… Bir yandan da evi inceliyorum. Tam bir şehir evi…’’Bak buzdolabı, televizyon ve çamaşır makinesi bile var’’ diye söylediğimde gülüyorlar. Zira çocukluğumuzda bu köyde elektirik bile yoktu.
Evin hanımı sağ eli ile havada kavis çiziyor: ‘’Onlar eskidendi, şimdi köyler de olmuş şehir! Neyi koymuş neyi arıyorsun!’’
‘’Faruk’’ diyorum, ‘’zamanı geriye sardım! Ashabı Kehf’in bir üyesiyim sanki! Ama Kıtmir nerede?’’
Kahkaha tufanı…Ve çay faslından sonra çıkıp köyü gezmeye başlıyoruz. Ama hava soğumaya başlıyor ve ‘’aptal ıslatan’’ diye tabir ettiğimiz yağmur serpiştirmeye başlıyor.
‘’Gel Faruk’’ diyorum, ‘’arabaya atlayıp şu virajlı yoların bir keyfini çııaralım! Yaylaya oğru tırmanalım! Ne dersin!’’
Virajları tırmanarak giderken arada inip fotoğraf çekmeyi de ihmal etmiyorum. Sanki geç kalırsam biraz sonra bu dağlar, bu kayalıklar bana veda edip gidecekler de...
Hatıralar sarmış dört bir yanımı!