Bir yanda dar gelirlilerin ulaşamayacağı para karşılığı satılan gıda maddeleri öte yanda genetik yapılarıyla oynanmış, hormonlu, kimyasal gübre ve ilaçlarla harmanlanmış ürünler.
Bunların sonucu parası olmayan yeterli besin alamadığından, parası olan da aldığı ürünlerin sağlıksız oluşundan kötü besleniyoruz. En belirgin göstergesi de kanser vakaları. Geçenlerde işin uzmanı bir tıp adamı açıklıyordu. Bizdeki kanser hastalarındaki artış Avrupa'nın beş katı. Avrupa'da kanser vakalarındaki artışta yavaşlama gösterirken biz de yükseliyor. Çevremize baktığımızda zaten bunu açıkça görüyoruz.
İnsanımızın kötü beslenmesi son beş yılın işi değil, çok çok gerilere gidiyor. 1950'li yıllarda Amerika, üretim artığı, kendi pazarlarında tüketemediği kalitesiz et, süt ve tereyağları Türkiye'ye gönderiyordu. Ambalajlarının üzerindeki toka yapan eller figürüyle sözüm ona bunlar yardımdı. Oysa Amerika kendi ülkesinde para etmeyen ürünleri bizim aracılığımızla paraya çeviriyor, hiç bir kontrol yapılmadan da halka satılıyordu.
Buna isyan eden bir kişi vardı o yıllarda, Osman Nuri Koçtürk. 1943 yılında Ankara Üniversitesi'nden birincilikle mezun olmuş bir veteriner hekim idi. TSK da göreve başladı. Biyokimya dalında doktora yaptı. MSB tarafından Amerika'ya gönderildi. Missouri Üniversitesi'nde beslenme kürsüsünde çalışmalarda bulundu. ABD'de dört yıl kaldı. 1953’te yurda döndü.
İşte gerçekleri söylemekten çekinmeyen bu bilim adamı süt tozu içerisinde kanser yapabilen aflatoksin mantarını ortaya çıkardı ve yıllar sonra kullanılmasını ve dağıtılmasını yasakladı. 
1960 lı yıllara gelindiğinde Osman Nuri Koçtürk'ün ikinci isyanı soya yağına oldu. Soya fasülyesi baklagiller familyasından. Amerika o yıllarda soya üretiminde dünya birincisi. Ürün fazlasını pazara açma girişimleri kapsamında Türkiye'de nasibini aldı. Türkiye'de soya ekimini engelledi. Türkiye'ye soya yağı ihraç etti.
Bu soya yağı evlerimize margarin olarak girdi. Çok ucuza satıldığından yerli tereyağı ve zeytinyağı pazarı zarara uğradı. Hidrojenle sertleştirilmiş yağların tüketimi kalp damar hastalıklarına neden oluyordu. Bunun farkına varan Amerikalılar, İtalyan ve Fransızlar likid yağa dönmeye başlamışlardı. 
Osman Nuri Koçtürk soya yağına karşı halkı uyarmaya radyo programları ile devam etti. Bu yüzden bir gezi sırasında saldırıya uğradı, öldürülmek istendi. O, yılmadı, zeytinyağını savunmaya devam etti. Ayrıca işçi sağlığı açısından eksik beslenmenin ve koruyucu hekimliğin önemlerini anlattı. Bilinçsiz antibiotik kullanılmasından deterjanların çevre kirliliği yaratmasına kadar pek çok konuda savaş verdi.
Soyada yaşanan olay mısırda yaşandı ve halen yaşanmaya devam ediliyor. Amerika mısır üretiminde de dünya birincisi. Üretim patlaması mısır tohumunun genetiğindeki oynamalarla ortaya çıktı. Sonuçta GDO lu ürünler elde edildi. Ama stoklar büyüdü, nasıl eritileceği düşünülürken imdada Japon kimyacı yetişti.
Bulduğu mısır şurubu, tatlandırıcı olarak kullanılabiliyordu. Şekere göre daha etkili ve ucuz olması sebebiyle tercih edilir oldu. Yalova'da burnumuzun dibinde üretilen bu mısır şurubu ile üretilen pasta ve tatlılar sofralarımızda yer buluyor. Gazlı içeceklerin tamamına yakınında şeker yerine tatlandırıcı kullanılıyor.
Bu madde zararlı mı? Zararlı, Dış ülkelerde Dünya Sağlık Örgütünün koyduğu sınırların üstünde kullanılması yasak. Çünkü mısır şurubu diyabet, kroner kalp damar hastalığı, hipertansiyon ve kansere yol açabileceğine dair bulgular var. Ne yazık ki bizde bir sınırlama ve kontrol yok. 
Bir başka tehlike de adım başında satılan bardakta mısır. Hangi koşullarda haşlanıp şoklandığı belli olmayan GDO lu mısırlar bu satıcılara servis ediliyor. Onlarda biraz margarinle karıştırıp çözdürüyor ve bolca tuz ekleyerek yetişme çağındaki çocuklara sunuyor. Onlar da büyük bir iştahla kaşıklıyor.
Bütün bunlar yakın bir gelecekte sağlık alanında karşılaşılacak hastalık patlamalarının birer göstergesi gibi.