O şiirde geçiyor ya…’’Asıldı arabamız bir dağın yamacına!’’ Ben ise henüz asfalt yoldayım ve rastladığım ilk dönemeçten patika bir yola sapacağım ve arabam da o zaman asılacak ‘’bir dağın yamacına…’’ Ve asıl duyuş ve hissediş o zaman başlayacak. Tekraralar bıktırmazsa sevdiğim o sözü buraya yine yazacağım…Bu seyahatte, bu dağ başında adeta ‘’ruhum bedenimden önce gidiyordu.’’ Olsun, derler ya ‘’yüreğinin götürdüğü yere git.’’ Ben de kendimi duygularıma kaptıracağım ve yüreğimin götürdüğü yere gideceğim.

Bir vadide ilerliyorum, sağımda ve solumda yeşil vadi, yine solumda bir çayın sesi…Çayın zemini taşlık olduğundan akan suyun sesini bir müzikal melodi gibi algılıyorum. Zaten su sesi kadar insanı dinlendiren bir ses var mı ki! Şair diyor ya ‘’su iner yokuşlardan hep basamak basamak/ Benimse alın yazım yokuşlarda susamak.’’ Ama ben bugün ‘’yokuşlarda susamaya’’ gönülden razıyım. Hani mutluluk göreceli bir kavramdır ya…Ben de bu dağlarda, bu ıssız vadilerde kendime bir mutluluk dünyası inşa ediyorum adeta… Bu duygu hissedilmez, yaşanır. Hep sorarlar bu yazılarım üzerine: ‘’O dağları öyle güzel yazıyorsun ki, ama ne buluyorsun oralarda?’’ İşte meselenin püf noktası da burası ya…’’Kendimi buluyorum, çocukluğumu buluyorum, geçmişimi buluyorum… Zira buralarda benim çocukluğuma ait anılar gizli. Bir define avcısı gibi buralarda gömülü çocukluğumu arıyorum!’’

Ve sağa doğru bir köy yolu ayrılıyor…’’Narlıca.’’ İçimden diyorum ki o köye varıp hiç tanımadığım bir insanın evine ya da bağına doğru süreceğim arabamı…Buralarda bağ ve bahçecilik yaygın ve çocukluğumda bizim köye meyve satmaya gelirlerdi. Yediğim o mevsimlik meyvelerin tadı hala damağımdadır. Özellikle dut pekmezi ile meşhurdur bu köy…Yol stabilize, ama zorlanmadan ilerliyorum. İşte orada bir çeşme var, inip o soğuk sudan içeceğim. İniyorum ve o soğuk sudan kana kana içiyorum ve başımı ve boynumu da ıslatıyorum. Nasıl olsa bedava , iç içebildiğin kadar kardeş…Burası İstanbul mu ki pet şişeye para veresin…Soğuk su ile başımı serinletirken etrafı da gözlüyorum…O da ne! Çeşmenin yanından sarkan ağaçlara baktığımda yabani meyveleri görüyorum. Evet, o kadar çok ki…O an bu siyah meyvelerin adını hatırlamaya çalışıyorum. Galiba ‘’lilik’’ derdik bunlara…Ah ben de sanki aidiyet duygumu kaybetmişim, nasıl unuturum bu meyvenin adını…Dalından topluyorum, yıkamaya gerek yok ki…Ye babam ye…Hani nasıl olsa bir sahibi yok ve kul hakkı yok, haram da sayılmaz… Epey bir miktar da toplayıp poşete koyuyorum, benim için bir nevale…Ben bu tip nevalelere şu ismi takarım: ‘’Batan geminin malları.’’ Yani böyle dediysem de haris ve aç gözlü birisi olduğuma hükmedilmesin…Aman aman…Unuttum yazmayı, o ilçeden çıkmadan zaten köfte ve ekmek almıştım yol azığı olarak.

Neyse, biraz ilerleyince yine sağ tarafa baktığımda bir kayalık görüyorum ve işte orada bir şelale var. Bağırıyorum…’’Yaşasın, işte geliyorum!’’ Sesim karşı kayalıklarda yankılanıyor. Hani iyi ki ıssız bir dağ başındayım, yoksa birisi bu bağırışımı duysa bana ‘’meczup’’ sıfatını takar mı takar. Olsun, isterse deli desin, ben bu dağların delisiyim kardeşim. Aidiyet duygum zirve yapıyor ve içimdeki çocukluk duygumun haykırışlarına engel olamıyorum. Kime ne zararı var ki!

Yaklaşıyorum şelalenin yanına ve iniyorum, biraz yürüyorum…Baygın gözlerle bakıyorum bu güzelliğe…Bu ne mutluluk verici bir manzara…Şelalenin dibinde küçük bir gölet misali manzara var ve küçücük balıklar da nazlı nazlı yüzmekte. Büyük de olsa bu balıklar, inanın avlayıp yemeğe kıyamam. Bırakın hayvancıklar yüzerek mutlu olsunlar…Derler ya ‘’o mahiler ki derya içredir, deryayı bilmezler.’’ Olsun, deryayı bilmesinler, kime ne zararı var…Ben bu şelalenin cezbedici güzelliğini seyrederken kayalıklardan devasa bir kartalın havalandığını görüyorum. Ne muhteşem bir kuştur o…Devletlerin ve futbol takımlarının sembolü olmuş bir azametli kuş…Adeta gücün ve asaletin sembolüdür o…Ve aşağıdaki yoldan bir otomobil sesi geliyor. Birisi iniyor ve ıslık çalıyor bana…Bağırıyor…’’Hemşeri yolculuk nereye?'' Patika yoldan inip yanına gidiyorum…’’Bir garip yolcuyum, şöyle geziyorum’’ diyorum.