“ Türkiye’de bugün en mühim mesele; yurt meselesidir, evimizin bağımsızlığı meselesidir ve kendi evimizde o evin sahibi gibi yaşamamız gereği meselesidir…”
1954 yılında Nazım Hikmet tarafından dile getirilmiş bu “mesele”; birkaç ülke haricinde bütün ülkelerde ve bütün toplumlarda ortada durmaya devam ediyorken, biz ve bizim gibi ülkeler incir çekirdeğini doldurmayacak tartışmalarla kutuplaşıyor, ayrışıyor, bölünüyor. Daha gerçek ifadeyle kutuplaştırılıyor, ayrıştırılıyor, bölünüyor… Ve bu ayrışma hali, toplumsal uzlaşma alanlarımızın neredeyse sıfırlanacağı kadar yakın bir zamana koşar adım gelirken bizler bu en mühim meselenin farkına varamıyoruz! Menfaatçi zalim bir cehaletle, ayrıştıkça ayrışacak bir konu daha bula bula bin parçaya bölünmeye koşuyoruz.
Bir zamanlar çok basiretli olan “gözlerimiz” ve çok merhametli olan “kalplerimiz”, Cehaletbilimi (= Agnoioloji) dalında ele alınabilecek derecede bağnazlıkla sağduyuyu yitirdi yitirecek…
Bu yitirdiklerimizden dolayı artık farkına varmadığımız “tam ayrışma / tam kamplaşma” durumu, Kapalı Toplum Sendromu illetindendir. Bu öyle bir illettir ki her kapalı toplum; herkese eşit olan hakiki adaleti aramaktan çok sadece kendisini, kendi gaye ve menfaatini yücelten, isabetli ve gerçekten doğru kararların yalnızca kendisinden kaynaklanacağına inanan, keza doğru ve isabetli eylemlerin de yalnızca kendisi tarafından icra edilmekte olduğunu savunan bir saplantıyla mâlûldür. Bu saplantılarla mayalanan kapalı toplum; zindeliğini kendisinin “dışındakiler”e ve aşağılayıcı bir anlam yükletilmiş olan "ötekiler"e benzememekle sürdürür. Sürdürür kelimesi burada yanlış oldu elbette; aslı şudur ki sürdürmeye çalışır ve hakikatte de kesinlikle sürdüremez…
Bu kabil toplumlar, kendi topluluk ve kendi cemaat menfaatlerinin oluşması, gelişmesi ve devamı için gerekli gördükleri tüm önlemleri, teamüllere, kanunlara, mevzuata ve ahlaka aykırı olsa bile, hile ile almaktan çekinmeyen topluluklardır. Ve bunların özel hukuku, çoğu kez evrensel hukuk kuralları ve temel insan hakları ile çelişiktir; ama kapalı toplum içinde yine de görece işlerliği ve geçerliliği olan, toplumun menfaatperest üyelerini belirli bir birlik ve beraberlik içinde tutmaya yönelik fakat körü körüne itaate dayanan ve mağara hukukunu çağrıştıran özel bir hukuktur.
Ve nihayet gerçek adaleti tanımaz olan bu topluluklarda geçer akçe, acımasız totaliter bir yönetim anlayışıdır ve en çok sakındıkları şey ise maazallah üyelerinde kritik aklın uyanıp gelişmesidir ve eğer buna mani olunamaz da fertlerde kritik akıl uyanacak olursa, bu takdirde de bu kritik aklın o kapalı toplumu hedef alıp eleştirmemesi, eleştirememesidir.
Üyelerinin gruptan kopmaması ve kendilerini dahi kandırdıkları için göremedikleri sahte istikrarın muhafazası için hem kendi içlerinde ve hem de topluluklarının dışında hemen herkese, kin ve nefret uyandırmaya yönelik empoze edilen “korkunç tehlikeli” bir dizi "öcüler" icad etmek ve herkesin bu öcülere karşı duyarlılığını arttırmak, sürekli söylemleri keskinleştirmek, evhamları, korkuları sürekli pompalamak ve bunu gerçekleştirmek için de her türlü dezinformasyon ve destabilizasyon çarelerine hile ile başvurmak durumundadırlar.
Bugün gelinen noktada bizim gibi ülkeler ve maalesef daha çok biz, Kapalı Toplum Sendromu'nun bütün illetli hallerini yaşayan bu çerçeve içinde sıkışıp kalmak üzereyiz. Belki de sıkışıp kaldık… Ancak hatırlamamız gerekir ki geçmişte bizim basiretli gözlerimiz, engin gönüllerimiz vardı. Hatırlamamız gerekir ki “birlik” için “tevhid” gerçeğiyle seslenen hazinelerimiz vardı:
“ Gel, gel, daha yakın gel, bu yol vuruculuk ne zamana kadar sürüp gidecek?
Madem ki sen bensin ben de senim, artık bu senlik ve benlik nedir?
Biz Hakk’ın nuruyuz, aynasıyız. Şu halde kendi kendimizle ne diye çekişip duruyoruz?
Bir aydınlık, bir aydınlıktan neden böyle kaçıyor?
Biz hepimiz, bütün insanlar, tek bir vücud halinde, olgun bir insanın varlığında toplanmış gibiyiz.
Fakat neden böyle şaşıyız?
Aynı vücudun birer uzvu olduğumuz halde neden zenginler yoksulları hor görürler?
Aynı vücutta bulunan sağ el, ne diye kendi sol elini görür?
Her ikisi de madem ki senin elindir, aynı tende uğurlu ne demek, uğursuz ne demek?
Biz hepimiz, hakikatte tek bir cevheriz. Aklımız da bir, başımızda bir. Fakat kambur felek yüzünden biri, iki görür olmuşuz.
Haydi, şu benlikten kurtul, herkesle anlaş, herkesle hoş geçin. Sen kendinde kaldıkça, bir habbesin, bir zerresin, fakat herkesle birleştin, kaynaştın mı bir ummansın, bir madensin! Bütün insanlarda aynı ruh vardır, fakat bedenler, tenler sayısızdır. Nitekim dünyada sayısız badem vardır, ama hepsinde de aynı yağ bulunmaktadır. Dünyada çeşitli diller, çeşitli lügatler var fakat hepsinin de anlamı birdir, çeşitli kaplara konan sular, kaplar kırılınca birleşirler, bir su halinde akarlar.
Tevhidin ne demek olduğunu anlar da birliğe erersen, gönülden sözü, manasız düşünceleri söküp atarsan, can; mana gözü açık olanlara haberler gönderir, onlara gerçekleri söyler. “
Hepimizin birer engin deniz olduğunu hatırlamalıyız… Hatırlamalıyız artık.
Denizler nerede birleşir? sorusuna da ayrımıydılar ki diyen yüksek irfanı da hatırlamalıyız artık… Vakit bu vakittir… Yoksa başkaları hatırlatır ve o hatırlatmanın faturasını da bize ağır bedelle ödetir… Aman basiret, aman artık sağduyu.
Umudumuzu yitirmek şöyle dursun daima diri tutacak duygularla Ramazan bayramınızı da tebrik ederim.