Bazı televizyon kanallarında zaman zaman eski Türk filmleri gösterilir. Konusunun İstanbul'da geçenlerini izlerim. Siyah-beyaz da olsa, kırk elli yıl öncesinin İstanbul'unu seyrederken geçmişe özlem duyarım. 
İstanbul'la ilk buluşma ellili yıllarda olmuştu. Henüz ortaokul öğrencisi idim. Haydarpaşa garında trenden inip, o muhteşem binanın devasa merdivenlerinden inerken denizi ve vapurları ile İstanbul karşımdaydı.
Anadolu'dan Avrupa yakasına şehir hatlarının martı gagasının sarısından rengini alan bacalı vapuru ile geçerken boğazın iki yanı tüm güzelliği ile benim çocuksu belleğime kazınmıştı.
İşte o filmler beni o günlere götürür. Çünkü o görüntü sadece filmlerde ve fotoğraflarda kaldı. Uzun süreli İstanbul'da yaşamadım ama insan bazen yaşadığı güzelliklerin tadına içindeyken varamaz. 
Benim bu duygularımı canlandıran son okuduğum "İstanbul Kahini" adlı kitap oldu. Yazarı Yahudi asıllı genç bir Amerikalı. Fulbright bursu kazanarak Türkiye'ye gelmiş araştırmalar yapmış, bir süre İstanbul'da yaşamış. 
Kitabın konusu bin sekizyüzlü yılların sonlarında geçmekte. Köstence'de yaşayan halı tüccarı Yakop, işi gereği İstanbul'a gidip gelmektedir.  İş ortağı Moncef Bey boğaz kıyısında şahane bir evde oturmaktadır. 
Yazar, romanın bir bölümünde iki arkadaşı, yalının terasında şu şekilde konuşmaktadır:
"Şehir çok değişmiş' dedi Yakop, bacak bacak üstüne atarken ve devam etti. 'Tabii en son gelişimin üzerinden neredeyse on yıl geçti.'
"Moncef Bey, misafirinin omzunun üzerinden İstanbul'a baktı ve 'Hergün yeni binalar yapılıyor. Yeni kahvehaneler ve mağazalar, yeni okullar, camiler ve pazarlar. Ama şehrin asıl yapısı değişmeden kalıyor. Tahta kim oturursa oturun, kaç tane yeni gar yapılırsa yapılsın, Boğazdan hangi ülkenin savaş gemisi devriye gezerse gezsin İstanbul her zaman İstanbul olarak kalacak. Şu andan zamanın sonuna kadar"
Ne yazık ki Moncef Bey'in bu ön görüsü ve dileği gerçekleşmedi. Yazar belki bunu tespit etti de özellikle onları böyle konuşturdu. Dolayısıyla ince bir eleştiride bulundu. 
Evet bugün artık İstanbul, İstanbulluktan çıktı. Eski doğal güzelliği kalmadı. Her yerinden gelişi güzel fışkıran gökdelenleriyle betonlaştı. 
Yüzyıllar önce Mimar Sinan muhteşem eseri Süleymaniye'yi ve külliyesini yaparken, o devasa yapıları öyle bir yerleştirmiş ki arazinin doğal yapısı bozulmamış. O uyumlu görüntü adeta şehrin sembolü haline gelmişti. Ama şimdi ne oldu? O görüntü gökdelenlerle bir çok cepheden kamufle edildi.
Çoğalan binalar ağaçların kesilmesine yeşil örtünün yok olmasına neden oldu. Yükselen gökdelenler, gökyüzünün mavisini kapattı. İleriye baktığınızda o yeşille mavinin buluşmasını göremez oldu. 
Umarım bu kadarla kalır.