Yürüyen Köşk’ün UNESCO tarafından kültürel varlığımız olarak tescil ettirilmesi için girişim yapılmasını doğru buluyorum. 1998, 2007 ve 2013 yıllarında üç kez restore edilen köşk tarihi eser olarak aslına uygun korunmaya devam edilmeli. Anıtlar Kurulundan izinsiz tek bir çivi çakılmamalı ve hatta boyanmamalı. Aksi halde UNESCO sürecinde sıkıntı yaşanabilir.
Atatürk’ün çevre duyarlılığı ve ağaç sevgisini, aslında bir medeniyetin ruh köklerinin dışa vurumu, açığa çıkması, eyleme yansıması olarak değerlendirebiliriz. Mustafa Kemal’in bilinçaltında ki anlam-değer dünyasını bilmeden, onun ağaç sevgisini idrak edemeyiz. Eğer arka planda var olan kültürel mayayı açığa çıkarmaz isek,” bizim liderimiz yıllar öncesinden çevreci idi,” öğünmesi boş bir lâkırdı olarak kalır.
Günümüz de çevrecilik biraz moda sürüklenmesi gibidir. Batı sanayileşme ile kirlettiği dünyaya karşı biraz mahcup, daha çok “ne halt edeceğiz, şimdi?” telaşı ile ve suçun temizlenmesine tüm dünyayı ortak etme kurnazlığıyla, günah çıkarma yaygarası içinde. Bilinçaltında ki kilise alışkanlığı... Pazara sürülen yeni akım, günahkâr sistemi insanileştirme operasyonu…
Medya gücü ile Kapitalizm çevrecilik ve feminizm üzerinden yeni algı düzenlemeleri yapıyor ve başarıyor. Harici dünyaya da modaya uymak düşüyor. Ama bu hikâye son 30 yıla ait. Atatürk ise zamana sığmıyor. 80 yıl evvel Batı’nın pazarında “çevre” yok ki. O zaman bu hassasiyetin farklı bir derinliği olmalı. Su üstüne çıkıp dile gelen değil, farklı ve derinden bir bakış. Dünyaya, insana ve Allah’a yönelik ilişkilendirme farklılığı…
Aydınlanma diyerek pozitif algı yaratılan Batı’nın zihniyet dünyasın da esas olan tabiata hakîm olmaktır. Kendinden ayrı, karşı tarafta duran, bir düşmandır tabiat. Bilim onu analiz edip, çözmeye ve sonrasında tahakküm etmeye yarar. Dünyaya bakışı “ben” merkezlidir. Varlık olarak öncesi de yok, sonrası da. Eh biraz da, kendi kendinin tanrısıdır. Binlerce yıllık geçmişinde hep sınıflı bir yapının çıkar ve iktidar kavgalarını hatırlıyor. En sonunda saltanat sahibi kiliseyi de alt etmiş. Artık ne Tanrı tanır, ne de insan. Varsa yoksa “ben”…Doğa da kim ola ki? Sermaye biriktirmek ve kâr etmek engel tanımaz. Tüm Batı aynı günahın içinde mi? Elbette aykırı sesler var. Vicdanının çığlığı olanlar var. Ama genele yön veren yani kapitalizmin ruhunu oluşturan maya “Aydınlanma”dan besleniyor.
Mustafa Kemal her ne kadar kafaların karışık ve binbir belâ ile uğraşma arasında Batılı kavramların revaçta olduğu bir dönemin lideri olsa da anlam-değer dünyası bin yıllık süreklilik halkasının içinde. Atatürk başarılı bir asker, bir lider, Türk’ün Başbuğudur. Din âlimi değildir. Hayatını Müslümanca yaşamaz, ama mayasının hamuru Maturudi-Yesevi çizgisindendir. Türk Müslümanlığının olduğu gibi…
Anadolu mayasında hakîm olan Türkistan’dan gelen kelâmdır. Anadolu’da maya olan, gönüllere çalınan kelâm, Türkçe söz ile açılan kadim dem’de Hatem olan Kelâm’dır. Esası cümle âlemin birliği ve kardeşliğidir. Tevhid esasına dayanan bakış açısında doğa, ağaç, hayvan yani tüm âlem “Bir”dir. Öteki değildir. İnsanın kolu, bacağı gibi bir uzvu mesabesindedir.
O dönemin tüm aydınları gibi eklektizm zihinlerde baskın bir rol alsa da, hamurun mayasından dışa vuran “Tevhid” anlayışıdır. Meselâ 1914 yılında çok genç (51 yaşında) vefat eden Filibeli Ahmed Hilmi dönemin hem popüler hem de dönemin tüm aydınlarının ortalamasını temsil vasfına sahiptir. En önemli eseri olan ”A’mak-ı Hayâl” bugün halâ vazgeçilmeyen, Anadolu mayasının yansıdığı bir romandır. Atatürk’ün okumamış olması düşünülemez. Bu felsefi ve tasavvufî romanı okuyan herkes “Yürüyen Köşk’ün” hikâyesinin şuur altı arka planını kolayca anlar.
Netice olarak Atatürk’ün çevre bilincini Batı’nın düşünce ve zihniyet evriminin zaman skalası içinde konumlandırıp, değerlendirmek ve bu ölçü içinde öncü rolü vererek takdir beyan etmek, kıymeti harbiyesine zafiyet yükler.