Torunum on yaşında ve ilkokula gidiyordu. Bir gün koşarak geldi ve:
Dede, öğretmenim sınıfın duvarında asılı resimde toprağı süren çiftçiyi gösterip “Cumhuriyetimizin ilk yıllarında traktör olmadığı için, çiftçilerimiz toprağı hayvanların koşulu olduğu karasabanla sürerlerdi. Büyüklerinizden hatırlayıp, bilen varsa onların anlatımından yararlanarak karasaban konulu kısa bir öykü yazın” dedi.
Güzel torunum benim anılarım içinde çok renkli bir karasaban hikayesi var. Ben sana onu anlatırım, sen de kendine göre kısa, uzun nasıl istersen ödevini ona göre yazarsın. Biz eski, yaşlı kuşak sizin gibi hızlı, kestirmeci olamıyoruz.
“Cumhuriyetimizin otuzuncu yılında ben de senin bu günkü yaşındaydım. Güzel yıllardı. Milli bayramlarımızı coşkuyla kutlardık. Ülkemiz fakir, insanlarımız çalışkandı. Gelişim ve üretim için ulusça tüm zorlukları aşmaya çalışan büyüklerimiz çok özveriliydi.
İlkokulu bitirmiştim. O zamana göre düzenli ve iyi planlanmış olan Küçük Sanayi Sitesi de yeni kurulmuştu. Ağaç işleri ve demirciler sokağında bir marangozun yanında çırak olarak çalışmaya başlamıştım. 1950’li yıllardı. Sokaktaki demirciler bugünün demircileri gibi değildi. Büyük ocakları olan demircilerdi. Ocaklarından çıkardıkları kızıl haldeki sıcak demiri büyük bir örs üstünde ağır çekiçlerle döve döve kazma, bel, balta ve pulluk gibi tarım aletleri yaparlardı.
Sokağın öbür yanında yani demircilerin karşı sırasında da ağaç işleri yapan işyerleri vardı. Çoğunlukla köylerden ve kırsal alanlardan gelen insanlar; demirci esnafından aldığı kazma, bel gibi aletlere ahşap sap taktırmak için sokağın karşı tarafına geçer, hızla işini bitirirdi.
Benim marangoz çırağı olarak çalıştığım işyerinin hem sağında ve hem de solundaki işyerleri sabancı olarak bilinen, karasaban ve kazma kürek, bel gibi el aletlerine sap yapan yerlerdi. Sokakta bizden başka marangoz da zaten yoktu.
Kış günlerinde bile hava yağışsız ve iyi ise tüm sabançı esnafı işyerinin önünde açık havada çalışırdı. Ustaların önünde kocaman bir kütük olur, usta işleyeceği ağacı o kütük üstünde önce keserle yontarak şekillendirir, sonra da küçük el rendesiyle işi tamamlardı. Sabancı esnafının rendesi marangoz rendesinden daha kısa boylu ve tabanı da kamburumsu olurdu.
Bu sokağın müşterilerin tamamı, köylerden ve kırsal alandan gelirdi. Bazıları dönüş aracını kaçırmamak için çok telaşlı olur, bazılarının dönüş araçlarının kalkması için çokça zaman olduğu için, özellikle sabanci esnafı yanında vakit geçirirlerdi.
Zamanı bol ve bekleme durumunda olanlara çayın biri gider, biri gelirdi, Kendi yörelerinde getirilmiş olan selamlar, ufak armağanlar, esnafın alacağı birkaç lira yerlerine ulaştırılıp, teslim edilirdi.
Sokağın hemen hemen her gün önü en kalabalık işyeri, benim çalıştığım marangozun sağ bitişiğindeki Hüseyin Dedenin sabancı dükanıydı.
Hüseyin Dede gerçek bir alevi dedesiydi. Bu nedenle de iş ve alış veriş dışında da geleni gideni çok olan biriydi.
Hüseyin Dede; yapığı karasabanın hayvanı yormaması ve sağa sola yatarak yalpa yapmamasıyla da ünlenmiş biriydi. Tok ve gür sesli, sakalı ve uzun bıyığı ile bana; sanki bir masal kahramanıymış gibi gelirdi.
Çok bilgili ve hoş sohbet olan Hüseyin Dedenin bazan halka halka dizili kürsüde oturanlardan başka konukları, ayakta dinleyenleri de olurdu. Bazan sokağın demirci, sabancı esnafı da işini tezgahını bırakıp Hasan Dedeyi dinlemek için toplanırdı.
Ben de bu sohbetleri hiç kaçırmak istemez ve kulak misafiri olurdum. Hasan Dede dini konulara hiç girmez, yaşamış olduğu gerçek hikayeleri, gezip gördüğü yerleri ve kısa halk hikayeleri anlatırdı.
Karasaban tek parça bir ağaç değildir. Özel cins ve özel boyut ve yine özel eğri yapıda ve yine özel kalınlıkta olan ağaç parçaların özenle işlenip, uyumlu şekilde birleştirilmesinden oluşan komple bir iş aracıdır. Oldukça özen ve emek isteyen bu araç, çiftçi ailesi için de oldukça önemli ve değerlidir. İyi ve değerli olan bir karasaban; babadan oğula geçen önemli miraslardan da biri sayılırdı.
Namlı bir karasaban ustasına köylerden ağaç parçaları getirenler olsa da, bu işi bilerek ve severek yapan ustalar, uygun mevsim ve uygun zamanı kollayarak; kendileri uygun ağaç bulabilecekleri yerlere gider, bir hafta on gün kalarak ağaç seçerlerdi.
Güzel bir bahar günüydü. Toprak sanki dostu ve yoldaşı olan çiftçisini, emekçisini; bağrını açmış kucağına çağırıyordu. Çiftçi bu sese cevap verebilmek için el alet edevatının bakımı ve yenilenmesi için bizim sokağa dolmuştu, Demircilerin tempolu ve uyumlu çekiç seslerine cevap, sabancıların kütükleri döven keser sesleri oluyordu. Öğlene kadar yoğun olan bu uğraş ve koşmaca, iştahla yenilen esnaf yemeğinin ardından, elde çay bardakları… Oturanlar, ayakta duranlar, tüm esnaf ve kırsaldan gelenler; herkes Hasan Dede’nin etrafında toplanmış ve Dede anlatıyordu:
Almacı Pazarı esnafı Mamıd “Mahmut” aradı, ne zaman gideceğimizi sordu. O pendir “peynir” toplayacak, ben de saban takımı için ağaç bakacağım. Neyse uzun lafın kısası hafta öncesinden Mamıd’la yer ayırttık, otobüsle yollara düştük. Maraş’tan köylere yayan, bazan denk gelirse kamyon kasasında dolanıp duruyoruz. Elbistan çevresinde epey eğlendik. Ben biraz ağaç buldum, Ali arkadaşıma emanet ettim. Mamıd da epeyce pendir, şire ve başka şeylerde almış. İleri zaman için de ısmarlama yapmış. Neyse uzatmayayım, biz onuncu gün Göksun’a vardık. Orada öz kardeş gibi bildiğim Hüseyin karşıladı. Akşam olmak üzereydi. Hüseyin:
“Akşam yakın, siz de yol yorgunu. Hele önce eve varak, yarın ola hayrola. Ben size vesait de ayarlarım, işinizi çabuk ve rahat rahat görürsünüz” dedi. Kamyon kasasında zıplaya zıplaya oturma; bizi epeyce yormuştu. Hüseyin önde, biz onun ardında eve vardık. Kapıyı Hüseyin’in kızı Nazlı açtı. Maşallah, Allah nazarlardan sakınsın. Nazlı boylu poslu, on sekiz, on dokuz yaşında olmalı…
Hüseyin “siz yemek öncesi biraz dinlenin dedi” Bize çift kat yün döşek, yün yorganlardan yatak hazırlamışlar. Kalktığımızda ortalık kararmış, sofra hazırlanmış, gaz lambaları da yakılmıştı. Hüseyin’in oğulları ve büyük kızı evlenmiş, ayrı evde otururlarmış. Kaç göç olmadan, yani demem o ki kadınlı erkekli kurulu sofraya oturduk, karnımızı doyurduk. Sonra da Nazlı kızın demlediği çayı, gece yarısına kadar peş peşe içtik. Sabah Hüseyin arkadaşım “siz önce bir Göksun esnafını bir dolanın. Alış verişte kefil isteyen olursa beni söyleyin” dedi.
Neyse ben lafı fazla uzatmayayım. Öğleden sonra Göksun’da işimiz bitti, yakın köylere doğru yola çıktık. İki gün de öyle dolandık, sonra Hüseyin arkadaşımla kucaklaşıp, vedalaştık.
Dede önündeki çaydan bir yudum aldı ve:
Aha çayı da iyice soğutmuşuz. Neyse, geçen gün Almacı Pazarından Mamıdın komşusu, Durdu Çavuş geldi. “Dede, Mamıdın anlattıkları, tüm Almacı Pazarı esnafının dilinde. Dede çok itibarlı, çok sevilen biri der. Hele Göksun’da misafir olduğunuz evin kızını anlata anlata bitiremez. Allah o Nazlı kızı ana babasına bağışlasın. Nazarlardan saklasın, arkadaşlar aha ben bu yaşıma geldim de, öyle güzel, öyle saygılı ve de vallahi öyle biyaz ‘beyaz’ bir kız görmedim. Bir kara üzüm tanesi yese, boğazından geçtiği görülecek.” Dermiş. Hak, Mamıd, Nazlı kız için doğru söylemiş dedim. Ağalar benim çay geldi, yine soğutmayayım…
Yaşlanınca insan bir dinleyen bulunca çok ve uzun mu konuşuyor diye geçirdim içimden. Torunum karasaban dedi, ben nerelere vardırdım sözü. Sonra torunuma baktım, pek sıkılmışa benzemiyordu. Ona şu anımsatmayı yapmanın da gerektiğini düşünerek:
Bak güzel torunum, Atatürk cumhuriyeti kurduktan sonra ülkemiz hızla gelişmeye başladı. Karasabandan modern ve makinalı tarıma geçiş de böyle başladı. Okulun duvarında Atatürk’ün traktör kullanırken fotoğrafı da mutlaka vardır.
Eveeet! Hatırladım… Koridorda o fotoğraf da var.