Bir ‘’neyse’’ daha diyelim ve bakışların beni taradığı o odaya gelelim…’’Haydi anlat, sen de yatılı okumuşsun ya’’ diye söze başlıyordu bir meslektaşımız. Saatime bakıyorum…’’Poliklinik vakti de yaklaşmış, ama anlatayım bari’’ diyordum.

    Ve başlıyordum anlatmaya. Şunu da söyleyeyim, sözlerin hepsi bana ait olduğu için ‘’çift tırnak’’ dediğimiz işaretleri kullanmayacağım…İşte anlatıyorum.

    İlkokulu bitirdiğimde kendimi ‘’Karlışehir’’de buluyordum ve o yurda kaydım yapılıyordu. Hani hayatımda gördüğüm ilk vilayetti orası. Şairin dediği gibi ‘’çarpık bacaklarıyla yardan bitme bir çocuk’’ olarak teslim ediliyordum o yurda, yatılı okula. Hani bir süre sonra anlayacaktım o sözün gerçekliğini ve ifade ettiği derinliği…’’Eti senin, kemiği benim’’ sözünün burada gerçek anlamını bulduğunu. Yalnız bir cümle daha eklemeyi unutmuşlardı…’’Bak, eti senin kemiği benim diyorum da, sakın aşırı giderek kemiğe dokunma!’’

    Ortaokul ve lise olmak üzere, yani toplam altı yılımı geçirdiğim bu yurttan ayrıldığım günü anlatacağım. Belki de bu yıllara ‘’yaşanmamış yıllar’’ diyeceğim.  ‘’Ayrıldığım günü’’ dedim, ama şöyle desem meramımı daha iyi ifade etmiş olurum: ‘’Terhis olduğum gün!’’

    ‘’Nasıl yani?’’ dediğinizi duyar gibi oluyorum. Bu arada yeri gelmişken o yazarın okul yıllarının sonunda söylediği şu sözleri de buraya alıp devam etmek istiyorum. Şöyle diyor: ‘’Okul dönemime ait mutlu ve neşeli olduğum tek bir an vardır: ‘Kapısını bir daha açmamak üzere çıkıp gittiğim an!’’ Argo tabirle ‘’bayılıyorum’’ bu cümlelere…

    Biz dönelim ‘’çıkıp gittiğimiz an’’a…Daha dış kapıdan girip merdivenleri tırmanırken kendinizi yurtta değil de disiplinin bütün hücrelerinizi esir aldığı bir ‘’askeri karargahta’’ olduğunuz hissine kapılırdınız. Bu bir refleksi hatırlayıştı yani, irade dışı…Hatta birçok yazımda ben orayı tanımlarken ‘’Guantanamo Erkek Öğrenci Yurdu’’ demişimdir. Gerçek adını sansürleyerek şöyle ifade edeyim… ‘’Maviay Erkek Öğrenci Yurdu.’’ Şimdi de aklıma yeni bir tanım geliyor, güncel olsun diye yazacağım. Gerçi biraz abartılı alacak ama…’’Sednaya Erkek Öğrenci Yurdu.’’ Bu fiziki ve ruhsal şiddet öyle berbat bir travmadır ki o körpecik beyinlerde bıraktığı iz kaybolmuyor. Bu yüzden sadizm, diktatörlüğün yapışık ikizidir diyebilirim.

    Yani anladınız değil mi! Yurttan çok bir ‘’hapishane’’idi orası bizim için. Peki bu ‘’BAAS’’vari merhametsizliği oluşturan zat-ı muhterem kimdi diye sorulacaktır haliyle…Söyleyeyim, yurt müdürüne herkes ‘’Başkanım’’ diye hitap ederdi, daha doğrusu etmek zorundaydı. Zatı Şahaneleri bu sıfattan , bu hitap şeklinden müthiş haz duyardı. Bu gururu ve hazzı onun vücut dilinden anlamak ve okumak için kahin olmaya gerek yoktu elbette…

    Ve o Haziran ayında gri metalik dolapların dizili olduğu o ruhsuz ve soğuk koridorda bitişik komşum Metin ile ‘’terhis’’ hazırlığındayız. İçimizde tarifi imkansız bir sevinç var ve eşyalarımızı tahta bavullarımıza yerleştirmekteyiz. Tahminen yirmi gün sonra da o kader sınavına gireceğiz. Yani ‘’üniversite sınavı’’na… Tahta bavulların ve metalik dolap kapaklarının sesleri birbirine karışmakta ve bir yandan da herkes birbiriyle vedalaşmakta…Kolay değil yani, bu hapishaneden tahliye olan kader arkadaşları elbette vedalaşacak!

    Metinle ben tahsil yönünden piramidin tepesindeyiz. Alt sınıfta olan Nihat yanımıza geliyor…Bize özendiğivücut dilinden belli okuyor. Sarı8lıyor…’’Abi siz kurtuldunuz, Allah bizi de kurtarsın. Hakkınızı helal edin. Ben otobüs biletimi almışım, yetişmem gerek’’ diyor ve koridorda kayboluyor.. Metin ile bavullarımızı kapatıp koridorda ilerliyoruz ve merdivenlerden inmeye başlıyoruz. Birinci katta ‘’Kudretli Başkan’’ makam odası var ve kapısı da camdan. Merdivenleri inerken tam sıfır noktada gözlerimiz Başkan’ın odasını taramakta…Zira makam masası da kapıdan görünürdü her zaman. Aramızda konuşuyoruz…’’Veda etmeyeceğiz bu adama!’’

    Bir de çaktırmadan bakıyoruz ki Başkan masasında ve yüzü de koridora dönük… ‘’Biraz bekleyelim, belki pencereye yönelir, o zaman sıvışırız’’ diyorum. O da ne! Hakikaten Başkan birden ayağa klakıyor, telefonun ahizesini kaldırıyor ve sırtı bize dönük halde camdan dışarı bakarak konuşuyor. Sağolasın arayan! Metin bana gözleri ile işaret çakıyor…’’Hadi sıvışalım!’’

    Ve hızla ve ses çıkarmadan iniyoruz merdivenleri…

    Artık dışarıda, yurdun levhasının önündeyiz…

    ‘’Ey özgürlük!’’

    ‘’Metin’’ diyorum, ‘’terhis olduk!’’

    Sarılıp gülüşüyoruz…Ve son bir kez arkamıza bakarken dudaklarımdan şu cümleler dökülüyor…’’Bu ruhsuz binanın artık önünden bile geçmeyeceğim!’’

    Son söz…’’Acı duyuyorsanız canlısınız. Başkasının acısını duyuyorsanız insansınız!’’