İçimden geçeni söyleyeyim mi! Bu yazıya başlık ararken önce ''Bir Kar Romantizmi'' diyeyim demiştim. Neden böyle bir yazı yazmak gelmişti içimden? O pazar günü pencereden dışarıya bakarken lapa lapa yağan karların cazibesine kapılmıştım veya havada uçuşan ve adeta dans ederek yere düşen o kar taneleri bende bir ilham duygusu uyandırmıştı. Zaten bir dış etkenden etkilenip birşeyler yazmaya başlamak bendeki olağan dışı davranışlardan birisi olsa gerek.
Anı anıyı tetikler derler ya... Veya bir hoş an bir anıyı tetikler desek daha doğru olur. İşte o kar taneleri de beni alıp seneler öncesine götürmeye yetmişti. Bir huyum vardır, iyi mi, kötü mü, onu ben de bilemiyorum. Bazen kalabalıklardan kaçıp kendimi doğaya verme yolunu seçerim. Hele de cep telefonuma gelip sinir sistemimi bozan bazı paylaşımlar müthiş derecede canımı sıkar. Buna ben ''algı operasyunu'' derim ve o yazıyı okumam bile...Hemen silip çöpe atarım. O anda şöyle derim...''Yabancı illerden, yabancı kültürlerden esip benim kadim kültürümü alaya alan bu paylaşımı okumak ülkeme hakaret olur. Sahibinin sesi! Sen alemi o kadar saf mı sanıyorsun! Hadi başka kapıya!''
Biraz uzattım galiba... O gün de bana gelen o kötü ve densiz ''algı paylaşımı''nı çöpe atıp başka dünyalara seyahat etmek gelmişti içimden ve bir kar beyazı yazısı yazayım demiştim. İşte yazıyorum...
Buna heves mi dersiniz, maceraperestlik mi dersiniz...Ne derseniz deyin! Lapa lapa kar yağıyordu. Uzaklara dalmıştı gözlerim ve hemen kayaklarımı ayaklarıma takıp gözlerimi ufka dikmiştim. Benimki tamı tamına bir kar romantizmiydi. Lise öğrencisiydim ve kayak sporuna karşı içimde müthiş bir tutku vardı. Bize kurs veren o öğretmenimiz de dünyanın birçok ülkesinde kaydığını, ama  Allahuekber Dağları'nın karının dünyanın hiçbir yerinde bulunmadığını, zira kayaklara yapışmadığını söylemekteydi. Biz de bıyık altından gülüyorduk...Niye mi? Söyleyeyim...''Kar kardır, karın kalitelisi mi, asili mi olurmuş!''
Neyse...O ormana girip oradan tepedeki Kumru Dağı'na çıkmayı planlıyordum. Hava oldukça açıktı, yani gök mavi, yer bembeyazdı. Hele kara dokunan kayaakların çıkardığı o gurç sesleri insana bir müzik tınısı gibi gelir o anda. Ormana girmeden önce insanda herhamgi bir korku olmaz. Ama ormana girdiğimde kargaların o sesi ve esen rüzgarın ağaçlarda oluşturduğu o ses bende biraz tedirginlik oluşmasına yetmişti. İçimden de şöyle diyordum: ''Şuradan bir kurt sürüsü çıksa ne yapabilirim ki! Buranın değişmez sakinleri olan o bozayılar nasıl olsa kış uykusunda. Ama ya kurtlar!'' Bilindiği üzere korku bulaşıcı bir hastalık gibidir, bir defa beyninize üşüştü mü diğer organ sistemlerini de bir domino taşı gibi veya deperemdeki fay hatları gibi tetikler de tetikler. O anda teselli babında o tedbir aklıma geliyor...''Hani yanıma bir hançer aldım ya! Daha ne diye korkuyorum!'' Bir züğürt tesellisi, ama biraz da işe yaramadı değil yani...Uzaktan gördüğüm her karartıyı kurt zannetmeye başlamıştım ki birden takriben elli metre ileriden  ağaçların arasından iki sarı başın bana baktığını görmüştüm. Korkmuştum ve hani insan karanlıkta ıslık çalar ya. Ben de ıslık çalıyordum ve bağırıyordum. Birden iki tilki o ağaçların arasından çıkıp koşmaya başlamaz mı! Öyle bir rahatlamıştım ki! Hadi sana bir macera! Tam da bir ufak tepedeydim, tilkiler önde ben de arkalarından bir kayıyorum ki! Hoş bir maceraya kaptırmıştım kendimi. Bir yandan da şöyle düşünerek kendimi rahatlatmaktaydım: ''Kurdun menüsündeki hayvanlardan birisi tilkidir. Tilki de kurnaz bir hayvan olarak bilindiğine göre kurdun sahasına girer mi? Demek ki buralarda kurt yok.Tilki aptal değil ya!''
Bu ormanda kendimi o kadar özgür hissediyordum ki...Hiçbir dış uyaran yok. Sanki bu dağların fatihisiniz, buralar sizden sorulur düşüncesi beyninize üşüşür. Olsun, ne zararı var! İnsan insanın kurdudur derler ya... Buralarda gördüğüm tilkilerin bana ne zararı var! Bak şu karşıki yamaçta da birkaç tavşan belirdi. Evet, evet kaçıyorlar, sonra dönüp bakıyorlar ve yine kaçıyorlar.
İnsanlardan ve medeniyetten kopmuş haldeyim...Birbaşıma hayatı yaşıyorum, olsun...O anda içinde bulunduğum ruh halini nasıl izah edebilirim ki...Hani derler ya ''anlatılmaz, yaşanır.'' Okumuş olduğum bir anı kitabındaki o cümleleri böyle durumlarda çok kullanırım. Bir Rus hekiminin anı kitabından... Şöyle diyor: ''At üstünde ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatacak bir şeyim yok; ne de olsa anlamayacak bununla ilgili anlatacaklarımı. Geçene de hatırlatmayı hiç istemem.''
Ormanı geride bırakıp o dağın zirvesine doğru zikzaklar çizerek yürümeye başlamıştım kayaklarımla. Zira dik bir yokuş uzanıyordu önümde ve ben de enerjimi itinalı kullanarak adeta eğri yollar oluşturmuştum zihnimde va çapraz yollar oluşturarak çıkıyordum tepeye. O tepeye çıkıp etrafı seyredecektim. Bu sırada kulaklarımı ve burnumu okluyordum... Kısmen hissedebiliyordum ve içimden şöyle diyordum: ''Yok canım, ne donması!'' Ve tepeye varmıştım işte. Bir kartal gibi özgür hissediyordum kendimi ve avazım çıktığı kadar bağırıyordum...''Heeey!'' Nasıl olsa buralarda kimse yoktu ve beni de kimse deli diye nitelemeyecekti! Tepede bir süre kaydıktan sonra aklıma o düşünce geliyordu: ''Artık gitme zamanı geldi. Hani karanlığa kalıp kurda kuşa yem olmak da var!'' Ve aşağı doğru, ormana doğru kayıp köye varmaya çalışıyordum.
Seneler önce okumuş olduğum o Rus hekiminin anıları aklıma geldi şimdi. Tam da böyle bir karlı ruh iklimini anlatıyor. Sibirya'ya yakın bir kasbada sağlık ocağı hekimi o..Köylere kızakla hastaya gidişini anlatıyor.
''Yerlerimizi aldık. Atlar daha hızlı ilerlemeye başladı. Tipi iyice zayıflamaya başlamıştı, yani bana öyle geliyordu. Ama yukarıda ve dört bir yanda sisten başka bir şey görünmüyordu. Artık hastaneye gitmeyi umut etmeyi bırakmış, neresi olursa gitmek istiyordum. Yol barınacak bir yere çıkarırdı illa ki. Atlar birdenbire silkindiler, ayakları daha bir canlı gitmeye başladı. Nedenini bilmesem de sevindirmişti bu beni.
'Yakınlarda bir köy olduğunu hissetmiş olmasınlar?' diye sordum.
Arabacı cevap vermedi. Kızağın içinde doğruldum, etrafa bakınmaya başladım. Tuhaf, kasvetli ve ürkütücü bir ses duyuldu karanlığın içinde bir yerlerde, fakat birden kesildi. Nedense huzursuz oldum ve katibin kafasını kollarımın arasına aldığımda ince ince inleyişleri geldi aklıma. Sağımda siyah bir nokta fark ettim birden, büyüyüp siyah bir kediye dönüştü, sonra daha da büyüdü ve yakınlaştı. İtfaiyeci aniden başını bana doğru çevirdi. Bu arada çenesinin titrediğini gördüm ve sordu:
'Gördünüz mü doktor?'
Atlardan biri sağa, diğeri sola çekiştirmeye başladı, itfaiyeci bir anda geriye doğru dizlerimin üzerine düştü, bir inilti kopardı, doğruldu ve geriye yaslanmaya, dizginlere asılmaya başladı. Atlar burunlarından hızlı hızlı nefes alıp koştururken kar yığınlarını kaldırıp savuruyor, düzgün değil, sarsıla sarsıla gidiyorlardı”