Karşımda oturuyordu 45 yaşındaki o erkek hastam. Hafif kavisli burnunu alttan destekleyen bıyıkları nerdeyse üst dudağını da kapatıyordu. Onbeş gün önce de gelmişti ve prostat iltihabı teşhisi koyup tedavisini düzenlemiştim ve işte kontrole gelmişti.

            ''Nasılsın Fırat, biraz da olsa düzelme oldu mu? Gerçi geç iyileşen bir hastalıktır prostatit. Ortalama dört beş hafta süreyle tedavi veririz. Tekrar kontrole gelmen lazım, ama bana yetişmez, zira on gün sonra gidiyorum bu diyardan!''

            Bakışlarını bana dikmişti...''Hocam geçen gelişimde de köyüme davet etmiştim, ama kesin bir şey söylemedin, fakat bu hafta sonu seni alıp götürmek isterim. Elbette ikram edeceğimiz  bir parça ekmeğimiz vardır... Yoksa?''

            Evet, mahcubiyetle söylenen o ''yoksa'' sözünün, o kavramın arka yüzünü elbette tahmin edebiliyordum. Mutlaka şöyle düşünüyordu: ''Tenezzül etmiyordur!'' Arkama yaslanıyorum...''Fırat yoksa dedin ama sonunu getirmedin. Yoksa terörden dolayı mı, endişeden dolayı mı gelmeyeceğimi düşünüyorsun?''

            ''Hayır hocam, yoksa tenezzül mü etmiyorsun diye düşündüm bir an... Bağışla yani!''

            Tahmin etmiştim ve elbette mahcup olmuştum. ''Fırat'' diyordum, '' ben de aynı kültürden geliyorum, hamdolsun köklerimizden kopmadık. Aslını inkar eden haramzadedir. Tamam, davetine icabet edeceğim. Bugün perşembe, cumartesi  günü saat onbirde seni bekleyeceğim!''

            ''Nerden alayım?''

            ''Nuh Otel'de kalıyorum... Yolculuğumuz uzun mu?''

            ''Uludere yolunda benim köyüm. Yani tahminen birbuçuk saat sürecek, ama o kayalıkları, o yaylaları gördüğünde iyi ki getirmişsin Fırat diyeceksin!''

            Yüzümdeki endişeyi dışa vurmak istemiyorum, ama yine de Uludere kelimesi bende korku uyandırmaya yetiyordu. Sormadan edemeyecektim... ''Fırat bir şey soracağım, ama ne olur yanlış anlama... Geldiğimden beri buradaki insanlar Uludere yolunun biraz tehlikeli olduğundan bahseder durur. Ne bileyim insan korkuyor. Lanet olası o teröristlere gereken ders verilmiş olsa da...''

            Ayağa kalkıyor... ''Hocam rahat ol, biliyorsun ben köy korucusuyum. Elim de haliyle boş değil ya... Makineyi her an yanımızda taşırız. Sonra haberleşme  ağımız da var... Evelallah senin kılına zarar getirmem!''

            ''Tamam, yani postu deldirmeyiz diyorsan mesele yok...Görüşmek üzere!''

            Ve o cumartesi günü tepeden vuran güneşli havada otelin önünden alıyordu beni... Uludere levhasını okuduğumda yine de içimden dualar okumaktaydım... İşte itiraf ediyorum...Fırat bana güven telkin etmek için koltuğun altındaki o uzun namluluyu da göstermekteydi...''Hocam bak burada işte, rahat ol!''  Hayat hikayesini anlatmaya başlıyordu...''Köyümüz 300 hanelik... Gittiğimizde göreceksin, arkası kayalık, dik kayalıklarla kaplı...Nice badireler atlatmışızdır!''

            ''Fırat ailenden şehit yokturdur inşallah!''

            Derin bir iç çekiyor...''Olmaz olur mu hocam... Amcam, iki amca oğlu bu taşeron örgüt tarafından şehit edildi. Ben onbeş senedir korucuyum. O gece baskınlarında canımızı ortaya koyduk ki bu kiralık adamlara köyümüzü teslim etmedik! Şu koluma baksana!'' Ve kolunu gösteriyor...''Kurşun izi sanırım'' diye soruyorum.

            ''Evet'' diyor, ''vurulmuştum!'' Hazır bulmuşken aklıma takılan soruları da sorayım istiyorum...''Fırat'' diyorum, ''biz bu terörü gazeteden ve televizyondan izledik senelerce.... Hani seneler önce o kınalı kuzular pusuda can verirdi. Şimdi o kadar zayiat verilmiyor. Sen de pusu yedin mi hiç?''

            Yüzü geriliyor... ''Bu kurşun izi o pusudan hocam. Beş arkadaşımızı şehit vermiştik o pusuda, ama şimdi o kiralık adamlar fare oldu adeta. Neden diye soracaksın... Gökyüzüne hakimiz de ondan. İHA ve SİHA'lar bizim gözümüz kulağımız. Pat tepesine indiriyor bombayı. Yani anladığı dilden konuşacaksın. Bak teröristin bütün umutları ne zaman toprağa gömüldü söyleyeyim mi!''

          

            ''Merak ettim!''

            ''Hocam hendek olaylarında o zavallıları hendeklere gömdük ya!''

            ''Yani buna milat diyebilir miyiz?''

            ''Evet, aynen öyle, milat. Yerli savunma sanayi sayesinde göklere hakimiz.''

             Ve arabamız virajlı yollardan, kayalıklardan geçerken Fırat'a takılıyorum... ''Bu kayalığın burada bir dursan da inip bir fotoğraf çekeyim'' diyorum. Ve fotoğraf çekiyorum ve tekrar yola devam...Biraz gidince ilerider yolun kenarında birkaç kişiyi görüyorum ve nabız atışlarım hızlanıyor. Endişemi saklayamıyorum. Refleksi bir hareketle Fırat'ın omuzuna dokunuyorum, elimle uzağı işaret ediyorum... ''Biraz yavaşlasana, şu ileride birileri var gibi... Yol üzerinde yani!'' Tedirginliğimi anlamış olacak ki duruyor. O da bakıyor ileriye. ''Hocam rahat ol, orada bizim arkadaşlar yol kontrolü yaparlar. Bir kısmı da çoban olsa gerek. Hem biz bir tehlike anında merkezden yardım isteriz. Atak'lar hemen yetişir!''

            Hani karanlıkta ıslık çalma misali zoraki tebessüm edip espri yapıyorum... ''Fırat sen o sözü biliyor musun?''

            ''Hangi sözü?''

            ''Bak derler ki göle su gelinceye kadar kurbağanın gözü şişermiş!''

            ''Rahat ol'' derken birden telefonunu alıp bir yerlerle konuşuyor. ''Hocam rahat ol, konuştum, onlar bizim arkadaşlar!'' Ve yola devam ediyoruz, ama daha önceleri de belirtmiş olduğum gibi korku ve endişe bulaşıcı bir hastalık gibidir. Domino taşı gibi sinir sisteminin hücrelerini esir alır da alır....O kişilere yaklaşana kadar nabız atışlarım beni dinlemiyor elbette. On kişi yolun kenarında ve hepsi de silahlı. İleride de koyun sürüsü. İniyoruz ve sarılıyorlar. Beni tanıtıyor... ''Hocam köyümüze hoş geldin, başım gözüm üstüne'' sözlerini çokça duyuyorum. Etrafı seyre dalmadan edemiyorum. Türlü çeşit çiçekli vadiler insanın içini ısıtıyor. Bir de bakıyorum ki bir çeşme... ''Durun şuradan bir su içeyim'' diyorum ve o soğuk su adeta 'dişlerime kemençe vuruyor.' Elimi koruculardan birinin omuzuna atıyorum...''Şu koyun sürüsünü burada görünce ne kadar mutlu oldum, bilesiniz!''

            ''Evet'' diyor, ''terör hayvancılığı da öldürmüştü, şükür şimdi bu dağların hakimi biziz!''

            Ve biraz sonra yola revan oluyoruz.Yarım saat sonra köyü görüyoruz uzaktan. Arkasını yalçın kayalara dayamış bu köyü seyretmeye doyamıyorum. Levha: ''Kartalkaya.''

             ''İşte bizim köy'' diyor Fırat... Değişik duygular kaplıyor o an beni, gözlerim yaşarıyor.... ''Fırat'' diyorum, ''on sene öncesine kadar askerimizin bile girmeye çekindiği bu köyde ben bir başımayım... Şükürler olsun!''

             Başıyla onaylıyor...''Evet, nerden nereye... Devlet kahredici yumruğunu vurunca teröriste, sonuç da böyle oluyor işte!''

             Dar sokaklardan ilerleyip taş duvarlarla çevrili bir evin önünde duruyoruz. Çatılı, beyaz badanalı güzel bir eve giriyoruz. Ve hoşbeşten sonra yer sofrası kuruluyor. Ne hazırlıklar yapılmış...En sevdiğim yemek geliyor:Sac kavurması... Yaşlı babası habire uyarıyor beni: ''Ye çekinme, burası senin evin sayılır.Çok memnun olmuşum geldiğin için!'' İnsan mahcup oluyor böyle bir misafirperverlik karşısında.. Ve tavşan kanı çaylar içilirken sohbet de koyulaşıyor. Saatime bakıyorum. Pencereden dışarıya baktığımda gölgelerin uzamaya baaşladığını da görüyorum.Babası tebessüm ediyor...''Saatine bakma, bu gece misafirimizsin hocam!''

             ''Servet amca sağolun var olun, ama gitmem lazım!''

             ''Hayır'' diyor, ''misafirin gelmesi kendi elinde, gitmesi ev sahibinin elinde!'' Ne kalbi bir söz...Omuzuna dokunuyorum...''Hastaneden ararlar sonra, yerime bakacak kimse yok!''

             Ve vedalaşıp ayrılıyorum o yüreği zengin insanlardan...Fırat ile yol boyu sohbet ediyoruz dönüş yolunda...

             Nuh Otel önünde vedalaşma...