Öyle diyor şair, sanki benim şu andaki haleti ruhiyemi anlatıyor. O zirvede arabama doğru yürürken niyetim o ''uykuya varmış gibi görünen yılan yollar''dan kıvrılarak aşağıya doğru seyretmekti. Ama böyle durumlarda hisler mantığın önüne geçerek insanı adeta esir alır ve bir sonbahar yaprağı misali rotanın esiri olursunuz. Bir aşağıya bakıyorum, bir de sağa ayrılan ve o balık sırtı tepeyi takip eden toprak yola... O toprak yol ormana kadar gidiyor, ta ki o kayalığın dibine kadar... İçimden bir ses diyor ki ''boşver plan program yapmayı, kafana estiği gibi hareket et, sanki bir yere yetişeceğin mi var!'' Ve öyle yapıyorum, sağa doğru seyreden o toprak yolda yavaşça ilerlerken bir yandan da camıma konan ve açık pencerenin etrafında bana göz kırpan kelebekleri gözlüyorum. Arada bir inip etrafı gözlüyorum ve hep arkamı da kollamadan edemiyorum elbette... Hani şu bozayı korkusu yüreğimi titretiyor hep...Olsun, bazen o korkuyu yaşamak da güzel ve sıradışı bir duygu...Acaba bir daha nasip olacak mı buralara gelmek! ''Bir günün beyliği de beyliktir'' diyerek kendimi de avutmuyor değilim. Gide gide şairin dediği gibi ''arabam yanaşmıştı bir dağın yamacına...'' Evet, hem dağın yamacına, hem de ormanın içine... İnsanın içine korku ve şüphe girince uzaktan gördüğü her karartı ona hayalinde canlandırdığı canavarı akla getirir ya! Ben de arabadan inip ormanın derinliklerine doğru biraz yürümek istiyorum, ama nilüferlerle kaplanmış o gözeden öteye gidemiyorum. Susamışım da, bir nilüfer koparıp diz çöküyorum ve o soğuk sudan kana kana içiyorum. Yürürken hani iki ileri bir geri misali de yol alıyorum.

            Elbette korkacağım, korkmalıyım, şu sık ağaçların arasından bir ayı çıksa o anda benim dizlerimin bağı çözülüverir. Hele de bu Temmuz ayında arkasında da ''palakları'' varsa vay halime! O da savunma refleksi ile benim işimi bitirir.

            Dedim ya ''her tarafta ıssızlık'' hakim ve benim kalbim bir başka atmakta bugün... Kısa keseceğim ve itiraf edeceğim: Yarı hasretten, yarı da korkudan! Bu duygularla uzaklara, o kayalıklara bakarken sessizliği bozan bir ses ve bir kıpırdama dikkatimi çekiyor şu ilerideki sık dorukluktan. ''Dorukluk'' terimini kimileri bilmeyebilir, zira kısmen yöresel bir kelime ve kavram diye düşünüyorum. Sık ve genç çam ağaçlarının oluşturduğu orman kesimine verilen isimdir ''dorukluk''. Evet, ne diyordum, tamam hatırladım, o dorukluktan yabancısı olduğum bir ses geldiğinde bakışlarım o an orayı taramakta... Elbette hep kötü senaryolar yazmakta düşüncelerim. İrkilmiyor da değilim... Yavaş yavaş geri çekilip araba ile aramdaki mesafeyi de göz terazimle ölçüyorum kendimce. Hay lanet olası! Bir de ne göreyim! Ağaçtan aşaşı inen iki sevimli sincap... Keratalardan birisi ötekini kovalıyor. Diyorum ki ''galiba bu bir aşk oyunu! Beni mi beklediniz yani!''

            Buralarda telefonun bazı yüksek noktalarda çekebileceğini söylemişlerdi. Hele şu tepeye doğru bir yürüyüp etrafı seyredeyim ve telefonu da deneyeyim diye düşünüyorum. Birşey söyleyeyim mi, böyle teknolojiden uzak bölgelerde telefonun çekmemesi de aslında bir avantaj sayılır. Zira insanın kafası daha sakin oluyor. Sen misin telefonu deneyen! İşte o tepeye çıkınca o uğursuz cihaz(!) birden çalmaz mı! ''Madem istedin, çıktın o tepeye, şimdi tad bakalım azabı'' diye düşünerek tebessüm etmiyor da değilim...Bir kadim dostum olan Abuzer'in adını görüyorum ekranda. Heyecanla ''abi iki gündür sana ulaşamıyorum, yani endişe ettim biliyor musun! Dedim ki Allah korusun başına bir şey mi geldi!''

            Gülüyorum... ''Yani acaba öldü mü diye düşündün öyle mi!''

            ''Aman abi ağzından yel alsın. Bazı rahatsızlıklarım var da... Yine o meret prostat yani. Senelerdir sana gelirim. Babamı sen ameliyat ettin ya, çocukları sünnet ettin. Biliyorum hep o rutubetli lanet yerde kaptım bu hastalığı!''

            Sözünü kesiyorum. ''Ne rutubeti? Seni de bir yıldır göremiyorum. Birkaç defa aradım, ama ulaşamadım. Şikayetin nedir?''

            ''Abi idrarımı tam yapamıyorum. Tuvaleti mesken edindim anlayacağın. Rutubetli ortamı soruyorsun. Bu bir senede benim başıma gelen inan pişmiş tavuğun başına gelmemiştir!''

            ''Abuzer bilsen şu anda bir dağ başındayım. Sağımda orman, karşımda dik kayalıklar. Rakım iki bin dörtyüz metre. Gökte mavilik içinde bana göz kırpan bulutlar...Etraf envai çiçeklerle dolu...Yani bir yeşillikler okyanusundayım. İki gün sonra dönüyorum.''

            ''Abi başımdan geçenleri anlatayım mı?''

             İçimden de şöyle diyorum: ''Keşke anlatmasa!'' Hamle yapıyor...

            ''Abi anlatayım da rahatlayayım!''

            Adam beni stres topu yerine koydu belli ki! ''Abuzer sonra anlatsan, ama istersen anlat!''

            ''Abi biliyorsun ben TIR ile Bulgaristan'dan yük getiririm devamlı. Hatta seni de götürecektim bir ara...O gün de aynı şirketten iki kamyon ile Bulgaristan'dan yola çıkmıştık. Arkadaşım epey ilerlemişti, arada bir de telefonla haberleşiyoruz yolda hani... Ben bir yerde bir mola verince o Kapıkule'ye erken vardı elbette. Neyse her zaman vardığım gümrük kapısına girdiğimde bir de ne göreyim, jandarma ve narkotik polisi dur işareti yapmaz mı! Şaşırdım, pankledim haliyle. Kenara çek dediler!'

            ''Sonra Abuzer?''

            ''Sonrası şu, polisler hemen koluma girdi ve köpekle de arabayı aramaya başlamazlar mı! Kanım dondu abi, anlamıştım meseleyi.''

            ''Ne diyorsun Abuzer! O maddeyi mi arıyorlar yani?''

            ''Aynen abi, bir de bakıyorum ki o arkadaşımın kamyonu da ilerde. Meğer bağlamışlar. O da ileride polislerin arasında ve elleri de kelepçeli!''

            ''Eee!''

            ''Neyse, benim arabada bir şey bulamadılar elbette. Hemen telefonuma el koydular, açıklama yaptılar. Arkadaşımın arabasında o maddeyi bulmuşlar. İkimizi de gözaltına almazlar mı!''

            ''Abuzer sen ne diyorsun!''

            ''Bizi hemen karakola ve oradan da adliyeye götürdüler. İkimiz de tutuklandık  ve Kandırma Cezaevi'nde demir parmaklıkların arkasında bulduk kendimizi. Bende bir şey bulamadılar, ama onunla yol boyunca telefonla devamlı konuştuğum için beni de şebeke elemanı olarak saymışlar meğer!''

            ''Yani yardım ve yataklık meselesi!''

             ''Aynen öyle abi. Yedi ay yattım ve salıverdiler. O arkadaşım hala içeride ve cezası da zaten kesinleşti!''

             ''Abuzer kardeş geçmiş olsun. Şimdi sen söyleyeceğim ilaçları al ve kullanmaya başla, ben de iki gün sonra oradayım.''

             Ve stresten terlediğimin farkına varıyorum. Bir taşın üzerine oturup kendime gelmeye çalışıyorum. Şöyle düşünüyorum... ''Telefonumu açmasam mı! Şu güzelim ortamda negatif enerji yüklenmek istemiyorum. Buralara bu yüzden kaçmadım mı!''