O öğle arasındaki dinlenmede hekim odasında herkes bir koltuğa gömülmüştü ve tavşankanı çayını yudumlamaktaydı. Böyle ortamlarda tıbbi konuların yanında insanların hatıraları da depreşir ve halının altına süpürme gereği duymadan samimice anlatılır yaşanmışlıklar…Aslında şöyle desem daha doğru olur diye düşünüyorum: Halının üstündekiler, halının altındakilerden daha fazladır ve bir tatlı sohbete dalınır ve bu arada çayların ellerde ya da sehpada soğuduğunu kimse fark etmez adeta. Sohbetin ortasında şöyle dendiği de olur: ‘’Hay Allah daldık gitti, çayım da soğumuş!’’ Ve çayını tazelemeye kalkarken bir gözü de anısını anlatan meslektaşımızdadır. Sağ eliyle işaret etme gereği duyar: ‘’Bir müsaade, şu çayımı bir tazeleyeyim de anlat!’’ Yani  biraz dur da kaçırmayayım der gibi bir vücut dili sergiler farkında olmadan.

    Böyle ortamlarda en fazla da bana yüklenilir…’’Hele anlat biraz, sende malzeme çoktur!’’ Bu arada muziplik yapanlar da sohbete adeta renk katar, yani bana bir uyarıdır bu…’’Bak anlatıyorum  da köşende yazarken sakın adımı verme  ve bazı yerleri de kırp!’’   

    Ben de takılırım…’’Yok arkadaş, ben sansüre karşıyım, neyse o!’’ Bir kahkaha tufanı kopar o anda… Hep derim ya ‘’anı anıyı bir domino taşı gibi tetikler!’’

    O meslektaşımızın oğlu da galiba Anadolu Lisesi sınavını kazanmıştı ve soruyorlardı: ‘’Burada mı, yoksa İstanbul’da mı okutacaksın’’ Hani yatılı ya…Eskilerin deyimiyle ‘’leyli meccani.’’ O ise hemen ayağa kalkıp sağ eli ile havada bir kavis çiziyordu…’’Yok aarkadaş, ben yatılı okulda okudum, çocuğumu öyle sevgisiz ve merhametsiz ortamlara terk edemem. Gözümün önünde, dizimin dibinde olsun, hayat kısa!’’

    Ve o hızla başlıyordu yatılı okul anılarını anlatmaya…Yemiş olduğu dayakları da anlatıyordu elbette. Hani o devirde veliler çocuğunu okula verirken genellikle şu tekerleme ilk cümle olurdu: ‘’Hocam eti senin, kemiği benim!’’ Ben de o anda şöyle diyordum o anı sırasında…’’Etini yerler, bir de diş kirası isterlerse sakı şaşırmayın!’’

    O meslektaşım ‘’sevgi ve merhamet’’ kavramlarına vurgu yaparken ben geçmişe dalıyordum ve dinlerken de içimden şöyle demeden edemiyordum: ‘’O da ne ki! Ben anlatayım da gör bakalım acıma ve merhamet duygusunun o yöneticide nasıl buharlaşmış bir kavram haline geldiğini!’’ Yani yüreğinde ve beyninin kıvrımlarındaki hücrelerde acıma ve merhamet duygusu hiç depolanmamış ki!’’

    Okuduğum o kitaptaki şu ifadeler aklıma geliyordu, hakikaten müthiş cümlelerdi bana göre…Evet, ‘’bana göre.’’ Belki başkası için bu cümleler bir anlam ifade etmeyebilir, ama ruhumun derinliklerinde iz bırakan o şiddet ve aşırı disiplinli yurt isyan duygusu uyandırırdı hep. Ve bu şiddeti asla unutamazsınız. O yazarın o sözünü de birçok yazımda kullanmışımdır: ‘’Vicdan asla unutmaz!’’

    Neyse, uzun bir giriş oldu, şimdi ‘’acıma ve merhamet’’e vurgu yapan o cümleleri  sıralıyorum…

    ‘’İki tür acıma duygusu vardır. Birincisi, duygusal ve zayıf olanı, başka birinin yaşadığı felaketlerden kaynaklanan acı ve hüzünden olabildiğince çabuk kurtulmak için çırpınan yüreğin sabırsızlığıdır. Bu, bir acıyı birlikte hissetmek değil, ruhun yabancı bir derde karşı kendini içgüdüsel olarak savunması anlamındaki acıma duygusudur. Diğeri, tek gerçek acıma duygusu ise yaratıcı olan, ne istediğni bilen; sabırla, gücü yettiğince, hatta gücünün bile ötesinde katlanmaya ve dayanmaya kararlı bir insanın acıma duygusudur.’’

    Yazar böyle ifade ediyor  acıma ve merhamet duygusunu. Üzerine bir söz söylersem cehaletim ortaya çıkar diye çekiniyorum.