Üsküp'ten Ohri'ye hareket ederken Makedonya'nın bu turistik şehrini göreceğim için heyecanlı ve sevinçliydim. Haritada Makedonya'nın güneybatısında büyük bir göl ve kenarında kurulu Ohri şehrini merak etmekteydim. Ohri yolunda geçtiğimiz şehirlerden birisi de Prilepe idi. Bir ovada kurulu Prilepe'nin tütünü meşhurmuş.  Otoban boyunca müstakil evler ve üzüm bağları göze çarpmakta...    Buranın mermeri de oldukça kaliteliymiş ve bir mermer fabrikası da varmış. Bu şehirde az sayıda müslümanın da yaşadığı ifade edildi. Nüfusun çoğunu Makedonlar oluşturmakta.  Prilepe'nin etrafı dağlarla çevrili. Mevsim kış olduğundan dağlar haliyle karlarla kaplı. Burası Balkanlar, olacak elbette.

Prilepe'yi geride bıraktıktan sonra en çok merak ettiğim Manastır şehrine varıyoruz. Osmanlı döneminde bu adla anılan şehir şimdiki resmi adıyla Bitola... Manastır da düz bir alana kurulu ve etrafı dağlarla çevrili. Etrafında çok sayıda manastır mevcut olduğu için şehir bu adla anılmakta. Ayrıca Osmanlıcada “manas” kahraman demekmiş. Manastır ise “kahramanlar diyarı” anlamına gelmekteymiş.

Bilindiği üzere Manastır, Mustafa Kemal'in okuduğu il. Buradaki Askeri İdadi'de okumuş Mustafa Kemal. O idadiyi gezerken Mustafa Kemal köşesine geldiğinizde duygulanmamak mümkün değil... Orada koca bir tarih yatmakta ve sanki o tarih oradan ayrılırken eteklerinizden tutuyor ve “beni yalnız bırakma” diye sitem ediyor. Manastır 1848'de İstanbul'dan sonra Osmanlı'nın  en büyük şehirlerinden birisiymiş. Nüfusunun çoğunluğu Makedonlardan oluşuyor. Şehirde 7 Türk mahallesi mevcutmuş. Şehir 1382'de Osmanlı hakimiyetine geçmiş ve İttihat ve Terakki Cemiyeti'nin en önemli merkezi olmuş.

Manastır'ın ortasından Dragor nehri geçmekte. Etrafı “Baba  Dağları” ile çevrili. Dragor nehrinin kenarında Türk Bedesteni mevcut. Nehir kıyısında 2 tane de tarihi camii dikkatimi çekti ve eski Türk evleri de göze çarpmakta. Şehrin ortasında trafiğe kapalı bir caddeden yürürken Yeni Cami denilen tarihi caminin bahçesinde harap bir havuz dikkatimizi çekiyor. Gruptaki arkadaşlardan birisi biraz da şaka yollu “Manastır'ın ortasında var bir havuz” türküsündeki havuzun bu havuz olup olmadığını sorduğunda rehberimiz “evet, bu havuz işte o havuz” diye cevaplıyor. Tarihin akışını tersine çevirmek ne mümkün!

Yeni Cami'nin hemen karşısında bulunan ve ibadete açık olan İshak Çelebi Cami ise 1506'da yapılmış. İçi de çok güzel...

Halkımızın kıvrak zekasının ürettiği bir terim vardır: “Altı abit, üstü zabit” derler. Birbiriyle uyumsuz iki özellik aynı yapı üzerinde bulununca bu terim kullanılır. Şehrin meydanındaki tarihi ve her haliyle Osmanlı eseri olduğu belli olan saat kulesinin tepesindeki çanı görünce bu tekerleme aklıma gelmişti.

Manastır'a gidip de Mustafa Kemal'in okumuş olduğu Askeri İdadi'yi ziyaret etmemek olur mu! İki katlı bu tarihi yapının bahçesinde kapıda Osmanlıca yazılar ve tuğra göze çarpmakta. Şu anda müze olan okulda ikinci katta Atatürk Odası oluşturulmuş. Değişik duygulara kapılıyor insan...

Güneş batmak üzereyken otobüsümüze binip Manastır'ın çıkışındaki restoranlardan birinde yemeğimizi yedikten sonra Ohri'ye doğru gece yolculuğuna başlıyoruz. Rehberimiz Makedonya hakkında bilgiler verirken göz kapaklarımın kapanmaması için azami gayret gösteriyorum. Koltuğumda bu yazının çatısını oluşturuyorum. Şöyle düşünüyorum: “Gezdiğin, gördüğün her şeyi önemli önemsiz diye sınıflandırma; not et ve yaz!” Gezilerde “önemsiz” diye bir kavram olmamalı. Bir tarihlerde bir gezginin anılarını okumuştum. Gittiği bir köyde çöplükte eşinen tavukları bile tasvir ederek yazıya renk katmıştı.

Yaklaşık 2 saatlik bir gece yolculuğundan sonra Ohri şehrine varıyoruz. Şunu da söyleyeyim: Makedonya'da bizdeki gibi çift şeritli, ayrı gidişi, ayrı gelişi olan geniş ve bakımlı otobanlar mevcut değil. Yollar dar ve zemini çok kötü. Bu yüzden taşıtlar sürat yapamıyor. Ohri'ye vardığımızda gecenin sekiz buçuğu idi. Göl kenarındaki otelimize yerleştik. Hava oldukça soğuktu. Otellerde hoş olmayan bir uygulamadan da bahsetmeden geçemeyeceğim; ilk gün girişte resepsiyonda pasaportunuzu alıp ertesi günü geri veriyorlar. Soğuk savaş döneminin vazgeçilemeyen bir esintisi olarak değerlendiriyorum. Şüphecilik  insanın bilinç altından kolay kolay silinmiyor demek ki!

Ertesi gün kahvaltıdan sonra Ohri şehir merkezine yol alıyoruz. Ohri güzel bir şehir. Şehrin ortasındaki trafiğe kapalı caddenin sağında ve solunda hediyelik eşya satan dükkanlara uğruyoruz. Bazı dükkanların camında şu ibareler var. “Burada Türkçe konuşuluyor.” Hoşuma gidiyor. Buranın incisi meşhurmuş. Grup halinde bir dükkana girip incilere bakıyoruz. Genç bir kız konuştuğu güzel Türkçe ile bizi karşılıyor. “Türkçeyi güzel konuşuyorsunuz, iyi öğrenmişsiniz!” dediğimde biraz bozulur gibi yüzüme bakıyor ve “ben de Türküm” cevabını veriyor. Ailece 90 yıldır inci işi ile uğraşıyorlarmış.

Şehirde bir mahalle tamamen Safranbolu evleriyle göze çarpmakta.. Dar sokaklardan kaleye doğru yürürken kendinizi bir Türk şehrinde hissediyorsunuz adeta. Halveti Tekkesi ve Camiini ziyaret ediyoruz. Burada Osmanlı döneminde yaşamış dervişlerin mezarları da var. Şehir nüfusunun yüzde 10'u Türk. Nüfusu 60 bin.Osmanlı Ohri'yi 1385'de fethetmiş ve 1912'ye kadar şehir bizim olmuş. Merkezde tarihi Mehmet Paşa Camisi görülmesi gereken bir anıt gibi duruyor. Buradaki Safranbolu evleri UNESCO korumasında. Şehir uzun yıllar kağıt üretim merkezi olmuş.

Kaleye goğru tırmanırken Ayasofya Kilisesi'ni ziyaret ediyoruz. Osmanlı döneminde camiye çevrilmiş.  Tepede tarihi bir kilise var ve göle tepeden bakmakta.
                
İletişim: 0535 337 4870