O hastamı muayene edip tetkiklerini istemiştim. O sırada bakışlarını bana yönlendirip kısa bir sessizlikten sonra ''İsmail Bey'i de kaybettik'' diyordu. Hüzünlü bir hali vardı ve sesi de titriyordu. Şaşırmıştı haliyle, belli ki ortak bir gönül dostumuzdan bahsediyordu. Refleks olarak ''hangi İsmail'' diye soruyordum.
            ''Hani bizim komşu İsmail Bey, geçenlerde onun evinde beraber çay içmiştik ya...Yıllar önce prostattan ameliyat etmiştiniz ya!''
            Hatırlamıştım... ''Bizim İsmail Bey, Kayısıkentli. Haa kayısı getirtmişti bana memleketinden...''
            Başını ''evet'' anlamında sallıyordu. ''Üç ay oldu rahmetli olalı!'' Hüzünlenmiştim... ''Evet, Allah rahmet eylesin, kalbi bir dostumdu. Her yıl memleketinden bana kayısı getirtirdi. Nice anılarımız vardır. Kolon kanserli olduğunu biliyordum. Geçen Haziran'da gördüğümde zaten yüzüne tümör siyahlığının çökmekte olduğunu görmüştüm. Ömrün de bir sahili vardır ve gemi oraya yanaşır'' diyordum. Ahmet Hamdi Tanpınar'ın ''Ömrün Sahili'' şiiri aklıma gelmişti... ''Sesler erişilmez ufuklar gibi / İmkansız bir suda tutuşan gemi /  Uçan güvercinler avucumuzdan /  Ayrılmayan kader başucumuzdan...''
            Hani derler ya ''varlığı bir şey kazandırmayan insanın yokluğu da bir şey kaybettirmez.'' Onunla kısa sürede kaynaşmıştık ve aramızda bir gönül köprüsü oluşmuştu. Varlığı kazanç, yokluğu kayıp sayılan ''iz bırakan'' dostlar kervanına katılmıştı. Sık sık telefonlaşırdık. Kolon kanseri teşhisi konulduğunda kendisini evinde ziyaret etmiştim. Benim için şöyle derdi: ''Sen benim kardeşimsin.'' Ve o yöresel şivesi ile telefonda ''nasılsın gardaş'' diye başlardı cümleye.
            Demek aramızda öyle bir kalbi dostluk oluşmuş ki o gün poliklinikte o hareketi ile bunu belli ediyordu. ''Nasıl mı'' dediğinizi duyar gibi oluyorum, anlatayım...Bir hasta içeri girdi ve şikayetlerinin bir türlü geçmediğini ses tonunu da oldukça yükselterek anlatıyordu. Yavaş yavaş tahammül sınırımı da zorlamaya başlamıştı yani. Prostatı oldukça büyüktü ve medikal tedaviden de  fayda görmüyordu. Ameliyat öneriyordum, ama korktuğunu söylüyordu. Şöyle diyordu: ''Bana garanti vermiyorsunuz ameliyat konusunda. O masadan kalkabilecek miyim acaba?'' Tebessüm ediyordum: ''Biz tedbirimizi alacağız, kaderinizi okuyamıyorum ki!'' Kızmıştı ve bağırıyordu: ''Ne biçim izah tarzı bu? Kesin cevap istiyorum!'' Bu sırada birisi kapıya hızla ve sert bir şekilde vuruyordu. Sekretere kapıyı açtırdığımda bir de ne göreyim! Kadim dost İsmail bey hızla içeri girip beni korumaya alır gibi bir davranış sergiliyordu ve adamı da hafifçe itekliyordu. ''Kardeş sesin taa koridora kadar geliyor. Bu benim kardeşim, beni de ameliyat etti. Kimin burdan eve gitme garantisi var ki sen o insandan garanti istiyorsun!'' Ve kendisine teşekkür edip olayı tatlıya bağlıyordum.
            O hasta gittikten sonra şöyle diyordu: ''Vallahi senin kılına zarar getirseydi ona haddini bildirecektim!'' Gelip boynuma sarılıyordu. ''İsmail beyciğim merak etme, bizde de az çok feraset vardır. Hangi atın hangi kamçı ile sürüleceğini de biliriz yani'' dediğimde gülüyordu.
            Şuna inanırım; kalbi dostluklar bir ömür boyu sürerken çıkara bağlı sözde dostluklar ise güneşin buzu erittiği gibi kısa sürede sona erer. Şimdi bir olay anlatacağım ki kalbi dostluğun adeta mihenk taşı gibi bir değer taşıdığına inanacaksınız. Seneler önceydi, eşimle yurt dışına çıkacaktık. İDO ile Yenikapı'ya gitmiştik ve inince ben şöyle bir taksi bakmak üzere kapıya doğru yönelmiştim. Uçağın kalkmasına da dört saat gibi bir zaman vardı. Atatürk Havaalanı'na gidecektik. O sırada birkaç metre öteden bir kişi tebessüm ederek bana doğru geliyordu. Bir de ne göreyim! Bizim kalbi dost İsmail Bey... Sarılıyordu bana... ''Gardaş hayrola, bu telaş niye? Yolculuk mu var?'' Gülüyordum... ''Yurtdışına yolculuk var. Havaalanına gitmek için bir taaksi tutmaya gidiyordum.'' Elini omuzuma koyuyordu...''Kaç saat var uçağın kalkmasına?'' ''Dört saat gibi'' diyordum. Tebessüm ediyordu. ''Dur, ben Beşiktaş'taki yeğenime rtelefon edeyim, hemen gelip sizi alsın ve yetiştirsin!'' İtiraz ettimse de kar etmedi ve telefon ediyordu yeğenine ve kısa sürede geliyordu yeğeni ve bizi alıp havaalanına bırakıyordu. İnerken de tembih ediyordu: ''Hangi gün, hangi saatte dönüyorsunuz? Dayım tembih etti, dönüşte de sizi ben alacağım!'' Duygulanmıştık. Bu insanlarla hiçbir kan bağımız yoktu. Bu ne kalbi bir davranış şekliydi İlahi!''
            Nasıl anlatsam ki! Allah cennetine koysun onu.
            Ne demişler:
            ''İnsan ölür ondan kalır eseri, eşek ölür ondan kalır semeri...''
            İsmail Bey den de gönül telimi titreten kocaman bir manevi eser kaldı. Böyleleri kadim kültürümüzün merhamet çeşmesinden beslenen merhamet timsali insanlar... İşte bizi ayakta tutan ruh da budur.