O şiiri çok severim...

            ''Her gün bir yerden göçmek ne iyi.

            Her gün bir yere konmak ne güzel.

            Bulanmadan, donmasdan akmak ne hoş.

            Dünle beraber gitti, cancağızım,

            Ne kadar söz varsa düne ait.

            Şimdi yeni şeyler söylemek lazım.''

            Bu dört günlük ''safari tatili''nde niyetim dağların çocuğu olmaktı. Yoksa aşırı bir ifade mi kullandım ''dağların çocuğu'' tanımlamasıyla! Hani eskiler ''felekten bir gün çalmak'' derler ya! Dediğim gibi bir plan yapmadan o saatte  ''yüreğimin götürdüğü yere gitmek'' niyetindeydim. Bir sonbahar rüzgarının yaprakları sürüklemesi gibi diyecektim, ama diyemiyorum, zira o güzel bahar mevsimine haksızlık olurdu. Sert rüzgar yerine gönülleri okşayan sam yeli estiği için o esintinin rotasına ve kılavuzluğuna bırakacaktım kendimi...

            Ünlü yazarlar iz bırakan o romanlarını kimselerin olmadığı böyle dağ evlerinde yazarmış diye okumuştum. Çünkü hiçbir dış uyaran olmadığından insan daha iyi konsantre olabiliyor bir konuya. İçimden de şöyle diyordum: ''Yirmi yıldan beri durmadan ve zevkle kendime göre birşeyler yazıyorum, duygularımı kağıda dmküyorum. Şöyle buralarda en az bir ay inzivaya çekilip birkaç kitap ortaya koyabilirim yani.'' Zira binden fazla köşe yazım oluşmuş ve en az üç kitap ortaya çıkar bu malzemeden...

            O şiirle başladım özellikle ''her gün bir yerden göçmek ne iyi.'' Eskiler derler ya ''tebdili mekanda ferahlık vardır.'' Ben de iki günden beri o vadi senin, bu kayalık benim diyerek bir yerden bir yere göç etmekteyi adeta...Sam yeline uyarak diyordum ki ''şu aşağıdaki köylerden geçerek'' o ilçede bir cağ kebabı yiyeyim. Ve oturmuş olduğum taştan kalkarak arabaya yöneliyordum ki yine o uğursuz cihaz çalmaya başlıyordu. Keşke çekmese diye düşünsem de neye yarardı ki! İşte o tanıdık kişi... Bir anlık bir tereddütten sonra açmaya karar veriyorum. ''Abi babam kötü, bir gelebilir misin!'' dediğinde hayır demenin elbette mümkün olmadığı bir durumla karşı karşıya kalıyordum. Zira daha dün konuşmuştuk ve onlar da benim köyde olduğumu biliyorlardı. Ondan da ötesi bu hastayı bana altı ay önce getirmişlerdi. Bu, metastaz yapmış bir böbrek kanserli hastaydı ve ameliyat olma şansını da çoktan kaybetmişti. Oğluna da herşeyi anlatmıştım. Hani hiçbir şey yapamadığımız hasta için ''herşeyi ye, herşeyi iç'' deriz ya! İşte o duruma işaret ediyordum. Ve o hasta evine vardığımda içerisi insanlarla doluydu ve hasta da koltuğa yaslanmış, bitkin bir haldeydi. Beni görünce doğrulup tebessüm ediyordu. ''Beni ne zaman ameliyat edeceksin'' diye sorduğunda bakışlarımı kaçırmaktaydım. Derin bir anemi çökmüştü yüzüne. Ne yapabilirdim ki! Usulen bir muayene edip moral yükseltici bir iki laf ediyordum. Kullandığı ilaçlara devam etmesini önerip çıkıyordum. ''Yolcu yolunda gerek'' derler ya!

            Kuş sesleri arasında yol alırken gözüm de etrafı taramakta... Ah o da ne güzellik! Biraz ileride renkli bir halıya benzer bir tarla görüyorum. Eflatun, sarı ve mavi çiçeklerle süslenmiş bir yağlı boya tablosu adeta... Bir renk cümbüşü veya çiçeklerin folklor gösterisi...Hemen inip gezinmeye, çiçekleri koklamaya başlıyorum. Biraz ileride de bir köylü çayır biçmekte. İşini bırakıp bana hayretle bakmakta... El sallıyorum. Bu onun için sıradan bir manzara elbette...Yani ''vakayı adiyeden...'' Benim için belki de şöyle diyordu o anda: ''Adam hiç de tekin birine benzemiyor! Yoksa define mi arıyor!''

            Dümeni kilitlenmiş bir gemi gibi köyleri bir bir geçip iki vadi arasındaki o büklümlü yollardan inerken çevreyi de seyretmekten geri durmuyorum. Şu doğayı marazi derecede seviyorum yani... Bir de bakıyorum ki yolu çaprazlama geçen bazı kuşlar var, evet bunlar o kınalı keklikler... Bir zamanlar bu güzel kuşların adeta kökünü kazırcasına vahşi bir avlanma çılgınlığı vardı. Keklik nüfusu azalınca doğadaki denge bozulmuştu ve kene ısırmasına bağlı hastalık ortaya çıkmıştı. Halbuki kekliğin menüsünde kene vardı. Neyse...Ve karşıdan Şehitler Bucağı görünüyor. Çocukluğumuzda bu yollarda az mı yürümüştük! Şehitler'e yaklaşınca yol ikiye ayrılıyordu. Sağa saparsam o ilçe, sola saparsam o bucak. Şöyle bir dolaşıp sonra ilçeye gitme fikri ağır basıyordu ve sola sapıyordum. Bir yerde bir kalabalık görüyordum ve davul zurna sesleri geliyordu. Bir köy düğününe rastlamak ne güzeldi! ''Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz'' diye mırıldanıyordum o anda. Bir kenara park edip o evin bahçe duvarının dışından kalabalığı seyretmeye başlamıştım. Evet, bu bir sünnet düğünüydü. İnsanlar nerden bilecekti bu işi yapan birisinin bahçe dışından kendilerini seyrettiğini! Masalar kurulmuştu ve tabaklarda cağ kebabı görüyordum. Hani hemen gidip bir masaya oturacak hali yoktu ya! Canım da kebap istiyordu elbette. Halk arasında derler ya ''bizim it buraya bir balta getirdi mi?'' Böyle diyerek kalabalığa dahil olacak halim yoktu ya! Gururum buna müsade etmiyordu. Yani kovanda bir yabancı arı gibiydim. Bir süre izledim ve ve birilerinin dikkatini çekmişti benim bu yalnızlığım. Uzaktan da birileri beni gösterip birşeyler konuşmaktaydı. Bir baktım ki iki kişi bana doğru geliyor. ''Kardeş niye öyle kenarda duruyorsun, buyur aramıza katıl. Şu masalardan birine otur. Nerden gelip nereye gidersin?'' Tebessüm edip ''Zahmet etmeyin, bir garip yolcuyum. Çok uzaklardan geldim. Vatan hasreti işte. Doğduğum toprakları özlemişim. Geziyorum işte!''

            Bir masaya oturuyorduk ve biraz sonra cağ kebabı geliyordu. Beni şöyle baştan aşağı süzdükleri de gözümden kaçmıyordu. Onlara göre hiç de ''bir garip yolcu'' değildim. ''Nerelisin beyim, ilk defa görüyoruz seni? Bu benim torunumun sünnet düğünü... Hoş geldin!''  Israrla sordukları için kendimi tanıtmak zorunda kalıyordum İçimden de ''keşke yedi ceddinin hastalıklarını bana anlatmasa! Tanıtmakla iyi mi ettim!'' Ve deiğim gibi prostat konusundaki şikayetlerinden başlamıştı muhabbete. Ben de bir yandan kebabı götürüyordum yani... Bir de bakıyordum ki ileride bir sandık ve üzerinde de hediye kutusu...''Bir dakika'' deyip kalkıyordum ve hediye kutusuna birkaç yüz lira atıyordum. Rahatlamıştım, şimdi kebap boğazımdan rahatça geçecekti.  Biraz sonra masaya çilek ve kayısı da getirilince şaşırmıştım. Sormama fırsat kalmadan ''köyümüzün meyveleri'' diyordu ev sahibi. Şaşknlığım daha da artmıştı, zira buralarda bu meyvelerin yetiştiğini bilmiyordum. ''İnanın şaşırdım'' diyordum.

            Sohbet ederken biraz ilerideki bir masadan gürültülü konuşmaları işitiyoruz ve bakışlarımız oraya yöneliyor ister istemez... Kısa boylu bir adam iriyarı bir başkasıyla tartışıyor. Benim buna bir anlam veremediğimi gören ev sahibinin mahcubiyetinin vücut diline yansıdığı gözümden kaçmıyor. Öyle ya ben yabancı biriyim, hani kol kırılır yen içinde kalır derler ya... Ev sahibi kısa boylu kişiyi kastederek ''adam köyün nizakarı...Allah eşeye boynuz verseymiş vurur atın karnını yararmış'' diyerek olaya açıklık getirmeye çalışıyor.

            Veda ve ayrılış...Yolcu yolunda gerek...