Bir Şehrin inşası süreklilik ve değişim ile söz konusu olur. Süreklilik, şehrin birikime vakıf olmak, geçmişin dinamiklerinin nasıl hayatiyet bulduğunu ve o olguların şehri nasıl dönüştürdüğünü bilmek ile mümkün. 1998 Yalova Kongresin de alınan kararların, küresel, ulusal ve yerel dinamiklerin hesaba katılmasıyla oluşturulan, “Yerel Kalkınma Modelini” nasıl şekillendirdiğini duymadıysanız veya en azından belgelerden okumadıysanız, afallamak kaderiniz olur. Kaybedilen sadece gün değil, gelecek olur. Şehirler yarışında duraksamak, ağır bir bedeldir.

 Hafiza-i beşer nisyan ile malûldür, derler. Unutuyoruz. Geçenlerde Belediyenin fotoğraf ve video sorumlusu Metin 2000 yılına ait bir videoyu facede paylaşmış. Yollar, arabalar ve mekânlar. Bulvar yeni yapılıyor. Yalova Lisesinin önünden geçen caddeyi (Turan Koçal caddesi) Yüzüncü Yıl caddesine bağlayan köprüsü (Yalvaç Bey Köprüsü) henüz inşa edilmemiş. Sanki başka bir dünyadan kareler gibi. O zaman Yalova’da araç sayısı yanılmıyorsam 7 veya 8 bin civarındaydı. 2009 yılında tekrar göreve geldiğimde 30 bin, şimdi ise 54 bin civarında. Nerdeyse tüm şehir yeniden inşa edildi. Yalova hızlı büyüme sürecini şimdiye kadar belli bir perspektif çerçevesinde sürdürdü. Kentsel ve iktisadi kararlarının ilkeleri belliydi. Ataklarını ve risklerini o minval üzerine oturttu. Bilişim OSB (sektörel arayışını tamamlamış ve şimdi ki adıyla Kalıpçılar OSB), Turizm ve Üniversite hedeflerine ulaşmak için ciddi mesafeler alındı. Bazı eksikleri olsa da, artık geri dönülmez noktalara geldiler.

 Ama maç henüz bitmedi. Bu üç alan da takviye desteklere ve yeni açılımlara, değişen şartlara uygun destek vermeye devam etmek gerekir. Yalova stabil büyüklüğüne erişinceye kadar plan, denetim ve vizyon güncellemesine sürekli ihtiyaç vardır.

 Peki, bu denetlemeyi ve yönlendirmeyi kim yapacak? Eğer varsa, şehrin ortak akıl ve vicdanı elbette. Bir arada aynı mekânda yaşamak, toplum olmayı daha doğrusu ortak anlayışı üretmez. Hemşehri veya Milletdaş olmak şuuru nasıl mümkün olur?

 Bizi Millet yapan, “Bir” yapan ortak anlayışımız var mı? Veya var idiyse hâlâ devam ediyor mu? Bunu sorgulamamız gerekmez mi? Eğer, (Yaratan-Evren-İnsan) ilişkilerine yönelik ortak bir kabulümüz yoksa sıkıntılarımıza tatmin edici ortak çözümler üretebilir miyiz? Sanki ülkemdeki fotoğraf bu sorulara cevap gibi duruyor.

 Düşünmeden, anlamadan, farkında olmadan bize söylenenler arasında tabii olduğumuz kliğin, partinin, liderin, uluslararası müttefikimizin veya sevdiğimizin söylemini savunmak ve tekrar etmek durumunda kalırız. Bu sebeple de tartışma ikna etme ile değil, slogan atarak hırlaşma ile neticelenir.

 Çözüm sormak, anlamak ve tekrar sormaktan geçiyor. Eğer hayat statik olsaydı, yeni sorulara ihtiyaç kalmazdı. Çünkü her şey, yani hayat sürekli değişiyor. Hayatta tek değişmeyen şey “Değişim”dir. Her şey hareket halindedir. Her dem yeniden oluş vardır. Bu hareketlilik içinde sığınacak liman ararız. Değişmezliğe inanış bir aldanıştır. Aldanış “Ben hiç değişmedim” gururuyla saflık seviyesine bile ulaşır. Ne yapsın insan, güven ihtiyacını gidermenin yolu, bu olsa gerek. Değişimi idrâk zahmet ister. Ama yine de kendi dahil her şey değişir. Allah’ın Zat’ı hariç her şey, yani eşya, duygu, fikir, inanç kısacası tüm âlemdir, değişen. Sadece hayat akışı içinde, hızlı değişen yavaş değişene göre inşa olur. İslâm Allah’ın dini, o sabit, ama muhatabı insan değişir, o zaman da Müslüman da değişir, Müslümanlık ta…

 Necip Fazıl “Her şey akar, su, tarih, yıldız, insan ve fikir;

                        Oluklar çift; birinden nur akar; birinden kir.” derken, Yûnus da: “Her dem yeniden doğarız, kim usanası..” demiş. Yahya Kemâl ise “imtidad içinde tenevvü” yani süreklilik içinde gelişme, derken her dem değişmenin geçerliliğini, ancak geçmiş bağını koparmadan kavrayabileceğimizi vurguluyor.

 Değişimin gerçekliği soru sormanın devamlılığının gereğini ortaya koyar. Değişimi özümseyerek soru sormayan, geri kalır. Özgün bir bakış açısı geliştiremez.

 Kendine özgü bakış açısı olmayan Millet, arada bir yerde duraksar, geriler, medeni hasletlerini kaybeder ve yok olur. Başkalarının çözümlerini ezberler, uygulamaya kalkar. Bocalar. Yakın dönem tarihimiz sanki bir bocalamanın tarihi gibi değil mi?

 Acaba Yalova’da benzer bir fetret devrine mi sürükleniyor?