Temmuz ayının o ılık rüzgarı vadideki çiçeklerin kokusunu ruhumun derinliklerine serpiştirdikçe kopuyordum zamandan adeta. Karlıilçe'den ikindiye yakın saatlerde ayrılmıştım ve o dik vadiye doğru tırmanıyordum arabamla. Evet, yalnızdım ve henüz öğle yemeğini de yememiştim. Gölgeler uzadıkça da saatime bakıyordum. Köfte, ekmek ve üzümden oluşan öğle yemeğimi ormanın içindeki o soğuk gözede yemeyi ve çocukluğuma ait anıların gömülü olduğu o ıssız vadiyi de seyretmeyi hayal etmekteydim. İstikamet o köy yakınındaki Teketepesi'ne varmak ve orada çadır kurmaktı. Rehberim kim mi olacaktı? Söyleyeyim; çocukluk arkadaşım  Köksal ile buluşacaktık.
Bu yolları çocukluğumda yürüyerek katederdik ve şu taşların üzerine oturarak da nefeslenirdik yoruldukça. Karnım zil çalıyordu ve o soğuk gözeye bir an önce varmak için de bu bozuk orman yolunda gaza basmak zorunda kalıyordum zaman zaman...
Köksal önceden hazırlığını yapmıştı ve o köyün girişinde buluşup yola koyulacaktık. Bir yandan da şöyle diyordum içimden: ''Ormanın içindeki o göze başında çabucak karnımı doyurup yola koyulayım. Fakat korkuyu ben domino taşına benzetirim. Korku korkuyu tetikler ve uzaktan işitilen her ses ve her karartı insanda ürpermelere sebep olur ya...Bu ormanlardaki bozayılardan korkuyordum açıkcası...Zira buraları milli park ilan edildiğinden beri bozayı nüfusundaki patlamadan bahsediliyordu hep. Çocukluğumuzda eline silah alan ormana dalar ve ayı avlardı. Ne büyük cehalet ve de katliammış meğer...
Neyse, işte uzaktan o göze görünüyor ve başına gelip zerzevatımı indiriyorum. Sanki çeşme bana masum masum bakıyor gibi... O şiir aklıma geliyor:
''Şu çeşme benim çeşmem, şu taş benim taşım,
Şu evin içinden gelen ses, benim sesim!
Her şeyde ben varım; her şeyde masum masum,
Parmak uçlarıma dokunur çocukluğum.''
Karnımı doyururken bir yandan da çevremi kolluyorum, arkama bakıyorum. Zira ormanda yapayalnızım. Derler ya bir ayı ile karşılaşmak ve ''babanın kesesinden gitmek'' de var. Bu deyimi öteden beri çok severim. O sırada cep telefonum çalıyor, evet arayan Köksal... ''Birader nerde kaldın, ağaç oldum, bak karanlığa kalmayalım. Gidilecek epey yolumuz var!'' Telefonun çekmesinden dolayı sevinçliyim o an. ''Tamam, çeşme başındayım, darboğazda kavga var. Biraz sonra hareket ediyorum'' diyorum ve konumumu da belirtiyorum. Gülüyor... ''Bak hızlı gel biraz, desene epey yolun varmış!'' 
Ormanın içinden tepeyi inerken yavaşlıyorum mecburen. İçimden de ''kuşlardan başka canlı yok etrafımda; beni burada kesseler cesedim bile bulunmaz!'' Vadiyi inip o köye vardığımda köyün ortasından geçen o çaya bakıyorum. Burada bir köprü vardı çocukluğumuzda. Şimdi ne köprü var, ne de tek bir insan... Harabe olmuş evler insanı hüzünlendiriyor elbette. Zira o lanet olası terörden dolayı terkedilmiş evlerin adeta boynu bükük... Yavaşca geçiyorum suyu ve tekrar orman içinden iki vadi arasından yokuşu tırmanıyorum. Doğa bana göz kırpıyor adeta. Yolda önüme çıkan sincaplar ve kaçışan keklikler bir teselli vesilesi oluyor. En azından yalnızlığımı biraz unutmuş oluyorum onların sayesinde...
Ve orman yolu bitiyor ve iki vadi arasında akan çayı takip ederek o köye yöneliyorum. Bir yandan da bu bakir arazinin o doyumsuz manzarasını seyretmekteyim. Bir yanda taşlı zeminden akan çayın sesinin yankılandığı dik kayalıklar, yanda da sarıya ve eflatun rengine bürünmüş vadi... Diyorum ki ''stresten ve gürültüden uzak bu asude doğa parçası yorgun kafamı biraz olsun dinlendirir, iyi ki çıktım yola.'' Bir yandan da saatime bakıyorum. Zira gölgeler gittikçe uzamakta. Burasını belgesellerde gördüğümüz Kamçatka'ya benzetiyorum o an. Ve uzaktan o köy görüş alanıma girdiğinde seviniyorum ve rahatlıyorum. Köksal beni karşıladığında ''hele şükür gelebildin'' anlamında ellerini havaya kaldırıp o hareketi yapıyor, gülüyor. Arabanın bagajına nevaleyi yerleştiren Köksal'a takılıyorum. ''Burnuma sanki et kokusu geliyor'' dediğimde omuzuma dokunuyor... ''Sanki si fazla... Çadıra varıncaya kadar herşeyi hazırladım!'' Vadiyi inerken güneş de yavaş yavaş batmaya başlıyor. ''Şimdi seni Teketepesi denilen bir yere götüreceğim. Bak işte eğri yolar da görünmeye başladı. Yalnız yollar dar ve virajlı, yavaş gidelim. Tahminen üç kilometre tırmandıktan sonra tepeye, konaklayacağımız mağaranın önüne varacağız!'' Bir an ürpermiyor da değilim...''Ne? Mağara mı? Bir ayı bize hoşgeldiniz demesin sonra!'' dediğimde gülüyor. ''Merak etme, buraları avucumun içi gibi bilirim. Övünmek gibi olmasın ama bana Dağların Çocuğu derler!'' Tırmanmaya başlıyoruz. Bir yandan da kekliklerin ötüşü duyuluyor ve o mağaranın önüne varıyoruz. Gökyüzündeki yıldızlar sanki bize göz kırpmakta... Ayışığı da bir başka güzel... Bir an gözlerim nemleniyor. Sessizlik ve duygusallık...