Uçağın o gürültüsünü bastıran o tiz ses tam da arkamdaki koltuktan geliyordu. Topluluk içinde konuşmanın da bir adabı vardır ya…Hani bu bir görgü meselesidir desem abartmamış olurum. Aynı şey trafikte de geçerlidir. Kırmızı ışıkta bekliyorsunuz, önünüzde de konvoy var. Yeşil ışık yanınca arkandaki hemen kornaya basar, güya seni uyarır: ‘’Gitsene!’’ İçimden şöyle derim: ‘’Görgüsüz adam, gözün kör mü! Kanatlanıp da konvoyun üzerinden atlayacak halim yok ya!’’
O uçak yolculuğunda da arkamdaki koltukta oturan o iki insan(!) öyle yüksek sesle konuşuyordu ki, rahatsız olmamak mümkün değildi yani!
‘’Abdi bak sana ne diyeceğim!’’
‘’Söyle gardaş, dinliyirem!’’
‘’Süt verdiğim o mandıracı Muhlis bana oyun oynuyor, gardaş paramı alamiram! Bugün git, yarın gel! Valla en sonunda onu bacağından vuracam! Artık burama geldi. Bir de telefonlara o çok bilmiş kızı çıkıyor!’’
‘’Neyse sabret. İyilikle halledelim. Ben konuşurum. O kızı ben de tanırım, çok bilmişin biridir. Onu8 dullara duvaksız , ergenlere kınasız gide!’’
Kahkaha tufanı…Dönüp yandan bakma gereği duyuyorum, ama nafile, nerde o feraset ve duyarlılık! Konuşma daha da ateşli bir hal alıyor.
Neyse, o Temmuz ayında uçağımızın tekerleri yere değdiğinde pencereden dışarı bakıyorum. Hava kapalı. İçimden de şöyle diyorum: ‘’Bari hava soğuk olmasa da şöyle keyifli bir yolculuk yapsam. Yağmur da yağmasa!’’ Ve uçaaktan inerken sert bir rüzgar yanaklarıma hoş geldin dediğinde gönlümde bir burukluk da olmuyor değil yani… Hani ben güneşli ve berrak bir havanın hayaliyle yanıp tutuşurken üşümeye başlıyorum. Valizleri beklerken bir yandan da araç kiralama şirketinin elemanı arıyor: ‘’Hocam çıkıştaki otoparkta bekliyorum!’’
‘’Tamam Okan’’ diyorum, ‘’Valizimi bekliyorum!’’ Ve bir telefon daha…Arayan bizim mandıracı dost Alper…’’Abi uçaktan indin mi? Ben de yirmi dakikaya ordayım. Bak beni bekle, kahvaltıya davetlisin. Sana kahvaltı yaptırmadan Sarıilçe’ye göndermem!’’
‘’Tamam Alper’’ diyorum, ‘’Serhatşehir’in yiğit adamı, seni bekleyeceğim. Zaten karnım da aç, hani körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz!’’
Gülüyor…Ve kiraladığım araba gelip önüme yanaşıyor. ‘’Adım Okan’’ diyor, ‘’hocam hemen Sarıilçe’ye hareket edelim!’’
‘’Okan’’ diyorum, ‘’Alper diye kadim bir dostumuza kahvaltıya gideceğiz, söz verdim, gel onu bekleyelim, sen de benim davetlimsin! Her ne kadar ‘misafir misafiri sevmez, ev sahibi de hiçbirini’ derlerse de seni davet edeyim!’’
Tebessüm ediyor, kabul anlamında başını sallıyor ve biraz sonra Alper de geliyor ve onun arabasını takip edip bir demir kapılı bahçe önüne varıyoruz. Ve bahçeden içeri girdiğimizde kümesin önündeki tavukları görüyorum. Geniş bir bahçe…’’Alper’’ diyorum, ‘’maşallah dünyalığın da hayli fazla. Burası bir malikhane gibi!’’ Ve o önde, biz arkada merdivenlerden çıkıp evine giriyoruz. Kahvaltı masası öyle bir zengin ki! ‘’Alper’’ diyorum, ‘’bir tek kuş sütü eksik!’’
Tebessüm ediyor…’’Yok abi, sana layık değil ama!’’
Gülüyorum…’’Daha ne olsun, dedemiz mi görmüş sanki!’’
Ve tatlı sohbet içerisinde mükellef bir kahvaltı yaptıktan sonra saatime bakıyorum. ‘’Alper, karnımız doydu, kapıya bakıyoruz. Bize müsaade, yolcu yolunda gerek!’’
Ve Okan direksiyona geçiyor, yola çıkıyoruz…’’Hocam’’ diyor, yolda ben kullanayım, Sarıilçe’ye yaklaştığımızda sana veririm, hani arabayı tanımış olursun. Zaten bundan sonra gideceğin yol da sakin. Dağ yolu, ama kaymak asfalt. Arabam da turbolu, ama manuel!’’
Hava da yavaş yavaş düzelmeye başlayınca içimde bir sevinç yumağı da oluşmuyor değil yani. Ben seyahati çok ama çok severim. Hele de dağ yolunda tek başıma olursam. Değişik duygular kaplar benliğimi!
Ve Sarilçe’ye yaklaştığımızda direksiyona ben geçip bir süre kullanıyorum. İlçeye girişte tekrar Okan geçiyor direksiyona ve kiralama şirketinin önüne varıyoruz.