''Tamam'' diyordum, ''bu ilaçları düzenli kullanın, bir ay sonra tekrar görüşelim. Şimdilik prostat ameliyatı yapmayı düşünmüyorum.''

            ''Öyle bir ihtimal var mı'' diye soruyordu hastam.

            ''İzleyip görelim bakalım'' dediğimde tatmin olmadığını bakışlarından anlamıştım. ''Bakın'' diyordum, ''bir fıkra anlatayım.'' Tebessüm ediyordu... ''Nasıl?''

            ''Hani Nasreddin Hoca'ya birisi yol ağzında soruyor... 'Hocam şu karşıki köye kaç saatte gidilir?' Hoca bu, sakalını sıvazlıyor ve o ince cevabı veriyor... 'Hele bir yürü de göreyim, ona göre söyleyeyim!'...''  Gülüyordu, ''anladım'' diyordu. Tam çıkacakken geriye dönüp ''haa birşeyi unuttum, Mehmet Bey'i de kaybettik geçen hafta!'' diyordu. Şaşırmıştım...''Hangi Mehmet Bey?''

            ''Hani sizin samimi arkadaşınız, Yalova Gazetesi'nden Mehmet Özçelik!''

            Adeta düşüncelerim donmuştu o an... ''Yani desenize şiir öksüz kaldı'' diyordum. Düşüncelerim beni yıllar öncesine götürüyordu. En az onbeş senelik bir kalbi dostluk oluşmuştu aramızda. Ben onun köşesinin, o da benim köşemin ve yazılarımın tiryakisi olmuştu adeta...Birgün polikliniğin o kalabalığında kapı arasından elini kaldırıyordu. ''Bir dakika görüşelim'' dediğinde kapıya yönelmiş ve içeriye davet etmiştim. Elinde birkaç kitap vardı. ''Bak'' diyordu, ''edebi üslubunu çok benzettiğim bu Romanyalı yazarın kitaplarını getirdim, o da senin gibi akıcı yazıyor, sürükleyici bir üslubu var.'' Kısa sürede okumuştum o romanları ve gerçekten çok şey öğrenmiştim. Bazı haftalar gazeteye yazı gönderemezdim. Kalbi dost hemen arardı. ''Hocam bu hafta köşeni öksüz bıraktın, sen hiç böyle yapmazdın. Bir sıkntı mı var başında yoksa!'' Gülerdim... ''Mehmet bey bu hafta o kadar yoruldum ki inan göndermeyi unutmuşum. Biliyorsun benim her zaman yedek yazılarım vardır.''

            Anılar, anılar... Birgün polikliniğin en kalabalık olduğu saatte telefonum çalıyordu. Tiz ve heyecanlı bir ses tonu ile kadim dost şöyle diyordu: ''Yaa hocam senin bana kastın mı var! Bu hafta ne yapmışsın öyle!'' Şaşırmıştım, acaba yazımda birilerinin gönlünü mü kırmıştım diye düşünüyordum o an... Gülüyordu... ''Yahu insan yazarken Mehmet Özçelik'in kalbini de düşünür. Bak şimdi arkadaşlarla beraberiz. Senin yazın da önümüzde. İnan birkaç defa okuduk. Bu ne duygusal bir yazı böyle. Yüreğini koymuşsun mübarek!''

            Soruyordum: ''Hangi yazım?''

            ''Hangisi olacak, Bir İzzet Teyze adlı yazın. Vefa var, yardımseverlik var!''

            Duygulanmıştım... ''Teşekkür ederim, gerçekten ben de okuduktan sonra kendim de inanamadım desem abartmamış olurum. Ben de beğendim yazımı.''

            ''Geçen hafta da Değirmene Doğru adlı yazını okumuştum. Orada bir hemşehrin sana şöyle diyordu: 'Amma da ubandın...' İnan bu söz çok hoşuma gitti ve araştırdım, öz Türkçeymiş.''

            Yalova Musiki Derneği'nin her ay düzenlediği müzik dolu o güzel gecelerinde aynı masayı paylaşıp edebi sohbetlere dalardık. Bir akşam ona iki şiir okumuştum baştan sona... Fahriye Abla ve Bingöl Çobanlarına... 'Bir de şiir yazmayı denesene' diyordu.''

            ''Nesirde varım, ama nazımda sıfırım'' diyordum. Kalbi dostluğumuz çok ilerlemişti. Annesinin hastalığında benden yardım istediğinde üzüntüsü yüzünden okunurdu. Bir akşam hastanede nöbetçiydim. Annesi de bizim ''Palyatif Servis''te yatmaktaydı.Zaten son günleri gibiydi. Gecenin bir saatinde telefonum çalıyordu... ''Hocam'' diyordu hemşire, ''tanıdığınız o teyze çok kötü, gitti gidecek. Servise gelir misiniz!'' Yataktan kalkıp süratle servise gittiğimde teyzemiz son nefesini vermekteydi. Ölüm raporunu yazıp telefonu çeviriyordum... ''Mehmet bey annen hakkın rahmeine kavuştu, başın sağolsun!'' Ağlıyordu...''Zaten ruhen kendimi alıştırmıştım, ama ana işte! Ben şu an İzmit'teyim, yarın geliyorum.''

            Yemeklerde zaman zaman şiir okurdum kendisine. Hele de bu şiiri ikimiz de çok severdik. Cahit Sıtkı'nın  Ölümden Sonra şiirini okurdum.

            ''Öldük ölümden birşeyler umarak

            Bir büyük boşlukta bozuldu büyü

           

            Nasıl hatırlamazsın o türküyü

            Gök parçası, dal demeti, kuş tüyü

             Alıştığımız birşeydi yaşamak.

             Şimdi o dünyadan hiçbir haber yok

             Yok bizi arayan, soran kimsemiz.

              Öylesine karanlık ki gecemiz

             Ha olmuş, ha olmamış penceremiz;

              Akar suda aksimizden eser yok.''

              Birgün yine telefon ediyordu:''Ne zaman nöbetçsin?'' Şaşırmıştım... ''Hayrola kardeş niye sordun?''

              ''Bak'' diyordu, ''bir yazı dizisi hazırladım, seni de o kervana dahil etmek istiyorum, hayır deme şansın yok!''

                ''Nedir, merak ettim?''

                ''Yalova Kültürüne Katkıda Bulunanlar adlı bir dizi bu...''

                 ''Mehmet bey benim etim ne, budum ne'' diyordum.

                 ''Bak'' diyordu, ''yıllardır bu gazetede yazıyorsun, bu iş kültüre katkı değil de nedir?''

                 ''Boynum kıldan ince, madem sen layık gördün, tamam!''

                   Ve nöbet akşamı hastanedeki odama geliyordu. Uzun bir söyleşi yapıyorduk. Birkaç gün sonra tam sayfa yayınlanıyordu. Benim için hiç unutulamayacak hoş bir hatıradır bu söyleşi...

                   Büyük şairin o sözünü çok severim... ''Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi / Müşkül budur ki ölmeden evvel ölür kişi.''

                    Ruhun şad olsun. Şiirleri öksüz bırakarak gittin...