O an ağzımdan irade dışı olarak şu cümle çıkmıştı:"Peki neden yazmadınız bütün bunları!" Söylediklerimi sadece kendimin duyabileceği şekilde ifade ettiğimi sanıyordum. Meğer keskin ve tiz bir şekilde ağzımdan çıkıveren bu cümleyi, yanımda oturan meslektaşım da duymuş olacak ki merakla bana döndü ve kulağıma fısıldadı: "Nasıl, neyi yazmadınız, konu ne?"

Gel de anlat... Senelerdir elimden geldiğince tıbbi anılarımı yazmaya çalışırım. Gazetedeki köşemdeki yazılarımın çoğu "paramedikal" olarak adlandırdığımız enteresan, veciz ve mizahi yönü ağır basan, güldüren, güldürürken de düşündüren anı kırıntıları, gözlemler... Bir meslektaşım "bu kadar meşguliyetin içerisinde her hafta konu bulmak zor olmuyor mu?" diye sormuştu. Ben de "poliklinikler insan davranışlarını gözleme laboratuvarı değil de nedir, yeter ki meseleye o açıdan bakınız, konu çook!" diye cevap vermiştim. Tatmin olup olmadığını bilemiyorum.

Geçenlerde Mudanya'da 1 günlük bir tıbbi etkinliğe davet edilmiştim. Meslekte belki 50 yılını doldurup emekli olmuş ve şimdi Amerika'da yaşayan bir üroloji profesörü büyüğümüzün adına düzenlenmiş bir "onur ve veda günü" etkinliği idi. Bursa Uludağ Üniversitesi Üroloji kliniğinin kuruluşunda değerli katkıları olmuş bir hocamızın vedasıydı bu. Daha doğrusu "geç kalmış bir veda idi bu...

Hocamız 1940'lı yıllara ait anılarını anlatmaya başladı sahnede. Anılar, anılar... Yazma açısından bakılsaydı o 1 saatlik konuşmadan 200 sayfalık nefis bir anı kitabı rahatlıkla çıkardı diye düşünmeden edemedim. Kendi açımdan hayıflanmadım desem yalan söylemiş olurum. Böyle bir malzemeler demetini bulmak kolay olmasa gerek.

Sohbetin ağır bastığı o veda gününde kürsüde konuşan hocamız beni adeta "zaman tüneli"ne sokmuştu. Zorlu olaylardan bahsederken o anı yaşıyordu adeta... Aklıma rahmeti dedemin biz çocukken anlattıkları gelmişti. Dedem savaş yıllarında çektiklerini anlatırken biz muzip muzip gülerdik. O ise "evladım, ölüler sanırmış ki diriler hergün helva yiyor" diyerek uyarılarını yapardı. Hani düşenin halinden düşen anlarmış. Boşuna mı denmiş: "Bana damdan düşen birisini getirin!"

1950'lerin Türkiye'sinden bahsediyordu hocamız. Tıp fakültesini yeni bitirmiş, mecburi hizmet yeri olarak Mutki çıkıyor. Şimdi kendi ağzından dinleyelim:

"Elazığ'a vardığımızda otobüsten indik. Elimde tahta bir valiz... Sudan çıkmış balığa dönmüşüm adeta. Otel desen hak getire. Nerede kalınabileceğini sora sora yolum beni han benzeri bir "otelimsi" yere ulaştırdı. Belediyenin misafirhanesiymiş. Hakim, savcı orada kalıyormuş. İçeri girdiğimde karanlık, ucube bir oda, güya salon... İçeride sigara dumanından göz gözü görmüyor desem yeridir. Kendimi tanıtıyorum. Akşam ne bulabildiysek karnımızı doyuruyoruz. Gece mitili çıkmış yataklarda sabahı zor ettikten sonra elimde valiz, otobüs terminaline gittim. Terminal dediysek de öyle şimdiki gibi rahat koltukları, pırıl pırıl zemini olan aydınlık ve sevimli bir mekan aklınıza gelmesin. Yazıhanenin ortasında külleri öne birikmişbir soba ve çevresinde de kırık dökük sandalyeler...

Telaşla ve endişeli gözlerle birisine yaklaşıyorum. Başını kaldırıp bana bakıyor. Sivri burunlu, belki haftalardır traş olmamış, avurtları çökmüş ve bıyıkları neredeyse alt dudak hizasına kadar uzamış gariban görünümlü bir insan... Beni tepeden tırnağa süzerken vücut dilinden anlıyorum: "Belli ki buralara yabancı birisi" diye düşünüyor.

"Buyur beyim, yabancısın galiba. Yolculuk nereye?"

"Mutki'ye gidecektim. Oraya atanan doktorum. Acaba saat kaçta araba var?"

"Beyim bir saat önce kalktı!"

Üzülüyorum, endişeleniyorum ve soruyorum: "Peki ondan sonraki ilk araba saat kaçta kalkacak, ona bilet alayım bari?"

Tebessüm ederek yüzüme bakıyor: "Bir ay sonra kalkacak!"

Donup kalıyorum,adeta buz kesiyorum. Demek ki Mutki'ye otobüsün ayda bir seferi var. Bunun da elbet bir çaresi bulunur diye teselli babında düşünürken oradakilerden birisi imdadıma yetişiyor:

"Beyim başka vasıta olmadığına göre ya atla, ya da eşekle gitmeniz lazım!"

Düşünüyorum, çiçeği burnunda yeni bir hekimim. Hani bir de gençliğimin vermiş olduğu bir gurur var. Kendi kendime diyorum ki "Eşekle gitmek biraz gurur kırıcı olacak, gel sen atla git!"

Neticede bir at temin ediliyor ve Mutki'ye giden stabilize şosede at üstünde bir gariban hekim. Hayatımda at üstünde bir yolculuk yapmamışım; ama iş başa düşünce ne yapabilirim ki... Issız dağ yolunda at sırtında bir hekim. Dört beş saat sonra Mutki'ye ulaşabildim ancak. Yolda giderken korkmadım desem yalan olur.

Hocamız bunu anlatırken okumuş olduğum bir Rus hekiminin at üstinde hissettikleri geldi. Bunu sizlerle paylaştıktan sonra hocamıza tekrar döneceğim. Şöyle diyor:"At üstünde ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatacak bir şeyim yok; ne de olsa anlamayacak bununla ilgili anlatacaklarımı. Geçene de hatırlatmayı hiç istemem."

Tekrar hocamızla devam edelim... Mutki'ye vardığımda bütün hayallerim yerle bir... Doğru dürüst kalınacak bir yer yok. Karnım zil çalıyor, lokanta bulamıyorum. Neticede sora sora Sağlık Merkezine ulaşıyorum. Sağlık çalışanları karşılıyor ve tanışma faslına geçiliyor. Bir müstahdem, bir ebe, bir hemşire ve bir de sağlık memurundan oluşan bir kadro..

Hocamız bir saat boyunca başından geçen ilginç olayları anlattı. Elbette hepsini buraya sığdırmak mümkün değil. Tekrar şunu söylemeden duramayacağım. Bunları keşke yazsaydı da bize de bir anı kitabı okumak nasip olurdu.

Unutmayalım:"Söz uçar, yazı kalır."

..............

AKTİVİTELERİM

Yalova Devlet Hastanesinde yapmış olduğum tıbbi tedaviler ve ameliyatlar hakkında da kısa bir bilgi ve döküman vermek istiyorum.

1. Plazma kinetik yöntemiyle kapalı prostat ameliyatı ve mesane tümörü ameliyatı

2.Holmiyum lazer sistemiyle üreter dediğimiz idrar yolu taşları ve mesane taşlarının endoskopik kırılması işlemi.

3.Bayanlarda mesane sarkmasına bağlı olarak gülerken, öksürüken ve ıkınırken idrar kaçırması olabilmektedir. Bu rahatsızlığı gidermek için yarı endoskopik bir yöntem olan TOT yöntemi ile yarım saat süren bir ameliyat yapmaktayım.