Gecenin o saatinde çalan telefonuma baktığımda arayan o dostun ismini görüyordum. Evet, Kenan arıyordu, yani Sarıkamış’lı Kenan…Hal hatır sorma faslından sonra bir an duraklıyordu ve sonra devam ediyordu…’’Abi bak seni kimle tanıştıracağım, konuşmak ister misin!’’

Konuşmamak olur muydu hiç…’’Elbette Kenan, o da ne demek! Ben insanlarla, hastalarımla araya mesafe koyan biri miyim ki!’’

‘’Tamam, şimdi seni Sarıkamış’lılar Derneği Başkanı Deniz bey ile tanıştıracağım…Bak veriyorum!’’

Evet, geçen sene bir dostumuz Deniz beyden bahsetmişti ve hatta hafta sonu kahvaltısına da davet etmişti, ama gidememiştim. O anda o davet hafızamda canlanıyordu…

‘’Evet, Deniz bey nasılsınız! Geçen sene Harun hocam sizden bahsetmişti ve davet de etmişti, ama gelememiştim!’’

‘’Hocam ben dernek başkanı Deniz…Sizi duymuştum, ama kısmet bugün tanışmakmış. Sizi cumartesi günü düzenleyeceğimiz kahvaltıya bekliyorum, şeref verirsiniz!’’

‘’Çok memnun olurum da, yeriniz nerede, bulamayabilirim!’’

‘’Karamürsel yolu üzerindeki Topçular iskelesinin hemen karşısında benim turistik tesislerim var. İsterseniz ben araba gönderip sizi aldırayım!’’

Ve o anda o söz aklıma geliyordu…’’Çağrıldığın yere erinme, çağrılmadığın yere de yerinme!’’ Ben de ‘’erinmeyip’’ evet diyordum ve o sabah aşağıda bekleyen dostun aramasıyla inip o arabaya biniyordum. O da ne! Bir dost daha, Zihni bey, hemşerim…’’Hocam’’ diyordu, ‘’belki unutmuşsunuzdur, yıllar önce yakınımı böbrek taşından ameliyat etmiştiniz. Sizinle de birkaç ay önce yeniden karşılaşmıştık!’’

‘’Deli rüzgar gibi geçiyor zaman, ama hatırladım’’ diyordum. Aklıma Sarıkamış ile ilgili bir yazım geliyordu… Yıllar önce hissederek yazmış olduğum kalbi bir yazı…’’O Sarıkamış ki…’’ Aynen şöyle demişim…’’Anılar anılar…Nerden başlasam ki! Bulutlarda gezen çocukluğumun buharlaşmayan ve de ruhumda derin izler bırakan o unutulmayan anıları… Bir uzak şehirde yaşamaya başlamışım hasreti…Ne! Bir uzak şehirde mi dedim! Evet evet…Bu ölçüler çocukluğumun ölçüleri…zamana ve mekana ayarlı hayal dünyam o kavramları öyle uzak algılamama sebep olurdu ki! Halit Paşa ilkokulunun bahçesindeki o on dakikalık teneffüsleri adeta iple çekerdim ve köyümüze doğru olan o ufku tarardım nemli gözlerimle. Yanımdaki arkadaşıma da sağ elimin işaret parömağı ile o tepeyi göstererek şöyle derdim…’Bak, şu tepe var ya, şu dönen kıvrılan yol var ya, orayı aşınca bizim köy görünüyor!’…’’

Neyse, anılardan sıyrılıp sadede gelelim…Tahminen yarım saat sonra sağa sapıp ağaçların arasından o tesislere varıyorduk. Ağaçların arasına, bahçeye kurulmuş kahvaltı masalarına yaklaşınca uzun boylu ve de sempatik bir insan bizi karşılıyordu…’’Ben Deniz, hoş geldiniz hocam’’ diyordu ve kalabalığa doğru yöneliyorduk. Dost halesi ile çevrili bir masaya oturduğumda tanışma faslı başlıyordu. Evet, sıcak ve de samimi bir ruh ikliminin içindeydim. Biraz sonra açılış konuşması yapılıyordu. Böyle dost meclislerine aşinayımdır ve severim de… Halk arasındaki o tabiri söylüyorum işte…’’Hiç üşenmem, başımı açıp seğirtirim!’’

Ve kahvaltı servisi yapılırken elime mikrofon veriliyordu… Kendimi tanıtıyordum ve şu cümle ile başlıyorum: ‘’Birkaç yıl önce Karamürsel’deki bir deneğin kalbi davetine icabet etmiştim ve bir konuşma yapmamı istemişlerdi. Ben de şöyle demiştim…’Gelirken kendimi bu kovanın yabancı arısı olarak hissetmiştim, ama bu sıcak ve kalbi ortamı görünce düşüncelerim değişti. Ben bu kovanın asli arısıyım artık.’ Şimdi o toplulukta kendini yabancı arı olarak hisseden ben Sarıkamış’lı dostlarımın içinde hiç öyle düşünür müyüm! Ben bu kovanın yerli arısıyım. Değil mi Güven!’’ Alkışlar gururumu okşamıştı elbette. Ve birkaç kelam daha ediyordum.

Sofrada sohbet koyulaşıyordu. Dostlar arasındaki mesafeler gittikçe ortadan kalkıyordu adeta. Tahminen 60 kişinin katıldığı bu dostlar meclisinde anlatılan fıkralara gülmemek mümkün müydü hiç! Yanımdaki emekli öğretmen dostumuzla sohbeti ilerletmiştik. Bir yanımda da kendini emekli etmiş bir kuyumcu dostumuz oturuyordu. Bir ara elini omuzuma atıp şöyle diyordu…’’Hocam sizi tanıdığıma çok memnun oldum, en çok da hangi yönünüzü sevdim biliyor musunuz!’’

Merak etmiştim…’’Nasıl yani?’’

Yüzüme dikkatle bakıp bir süre beni süzdükten sonra devam ediyordu…’’Kibir ve böbürlenme diye bir şey yok sizde!’’

Utanmıştım…’’Nasıl yani, ben kim oluyorum da şeytanın sıfatına bürünüyorum. Kibir şeytanın ve firavunun sıfatıdır. Ölünce herkes aynı mezara gitmiyor mu! İnsan kendini çok da matah bir varlık olarak görmemeli. Hepimiz faniyiz, mezarlılar kendini beğenmiş cesetlerle dolu!’’

Yutkunuyordu…’’Yani herkes sizin gibi değil de!’’

Ve anılarımı anlatıyorum, zira bende anı tükenmez…’’Bir İzzet Teyze’’ adlı yazımdan bahsediyordum…Böyle samimi ortamlarda vaktin bir su misali hızla akıp gittiğini anlamazsınız bile…Saatime bakıyordum… Öğle vakti yaklaşmış bile. Karşımda oturan genç orman mühendisi Koray o sempatik yüz ifadesi ile bana hitap etmekte…’’Ben hazırım, sizi evinize bırakırım. Ne zaman kalkalım derseniz bana uyar!’’ Ve biraz sonra dostlara veda edip Koray’ın arabasına yöneliyoruz. Yolda samimi sohbet ilerliyor…’’Bilmem tanır mısınız, Mevlüt bey benim dayım olur’’ dediğinde şaşırıyordum. O Mevlüt bey ki senelerin ördüğü dostluk yolunda beraber yürümüşüz…Nerden nereye!

‘’Koray’’ diyorum, ‘’dayın benim köşe yazılarımın tiryakisidir!’’

‘’Ya öyle mi!’’

‘’Bak anlatayım, bir Temmuz ayı idi ve ben Allahuekber Dağları’nda araba ile yeşillikler okyanusunu gezmekteyim. O sırada beni arıyordu dayın!’’

‘’Sonra?’’

‘’Allahuekber dağlarındayım’’ diyordum, ‘’ne dedi biliyor musun!’’

‘’Ne dedi?’’

‘’Başında bir tüy olsaydım, o topraklara dağlara bayılırım ben!’’

Kadim medeniyetimizin bize bıraktığı o söz ne güzeldir…’’Adam adamın, sarraf altının değerini bilir!’’ Ve… ‘’Adam ahbabından bellidir!’’