Cağ kebapçıdaki o garsonun yüzüme bakarak ve belki de hayretle söylediği o söz çok hoşuma gitmişti. Hani galiba dördüncü porsiyonda tıkandığımı görünce ‘’tamam’’ demiştim ve o da ‘’deme ya’’ diye söylenmişti. Meğer buraya gelenler yedi cağdan aşağı yemezmiş. İçimden de diyordum ki ‘’bu garson beni aristokrat sandı veya oranın yöresel tabiriyle şöyle de vasıflandırmış olabilir: ‘’Sosyete çocuğu veya çikolata çocuğu.’’ Halbuki ben kendimi ‘’halk çocuğu’’ olarak sınıflandırırım, ama demek ki bazı alışkanlıklarım değişmiş de ben farkında değilmişim. Hani öğretmen evindeki resepsiyon görevlisine de ‘’bir garip adamım’’ dediğimde beni baştan aşağı süzmüştü ve sonra tebessüm ederek şöyle demişti ya…’’Abi hiç de gariban birine benzemiyorsun!’’
Neyse…Garson ‘’abi kadayıf dolması da ister misin’’ diye sorduğunda hayır demek mümkün müydü…’’Tamam’’ diyorum ve birkaç dakika sonra o tatlı geliyor ve çayla birlikte o tatlının hazzını duyuyorum. Rahmetli dedem derdi ki ‘’oğul dişiniz varken yiyin!’’ Ben de şöyle düşünüyorum o an…’’Malını yiyen de ölmüş, yemeyen de, ye gitsin. Nasıl olsa bu seyahate epey bir bütçe ayırdım!’’ Hatta arabayı kullanırken gözüm ibrede olmayacak, yani ne kadar benzin kullanırsam o kadar dağ taş gezeceğim ve hayatın ve zamanın tadını çıkaracağım. Hani derler ya ‘’zaman bir silindir gibi geçiyor üzerimizden!’’ Bu sefer ben zamanın üzerinden silindir gibi geçmeye çalışacağım. Bu son cümlem biraz iddialı bir ifade oldu belki, olsun, gülerseniz de gülün, hiç umurumda değil dostlar. Bir de bu gezide sloganlaştırdığım o düşüncemi de buraya tekrar yazıyorum işte…’’Zamandan kopacağıum.’’
Fazla uzatmayalım, pamuk eller cebe gidiyor ve kebapçıya hesabı ödüyorum ve çıkıyorum. Ortalık karanlık ve ‘’suların göğsüne mehtap da elbette çoktan inmiş.’’ Bu saatte çıkıp da kendimi ıssız ve karanlık dağlara, vadilere vuracak halim yok ya…’’Tilkinin dönüp dolaşacağı yer kürkçü dükkanı’’ misali ben de Öğretmen Evi’ne yöneliyorum ve lobide oturup çay içmeye başlıyorum. Eskiden bu gibi konaklama tesisleri çok bakımsızdı, ama şimdi görüyorum ki her şey gerçekten çok değişmiş. Yani insana verilen değerin bir ifadesi bu. Çayı içtiğim beyaz porselen fincana bakıyorum da o bile bir değer ifade etmekte. Diyeceksiniz ki ‘’bu insan da amma da sonradan görme, bir fincana bakarken bile duyguları coşuyor.’’ Belki haklı olabilirsiniz, ama ben bir fincanda bile güzellikleri görürüm. Hayata nerden bakarsanız olayları öyle yorumlarsınız…
Ve vakit ilerleyince odama çekiliyorum, ertesi sabahın programını kafamda çiziyorum. Kendimi esen rüzgara teslim edeceğim, derin vadilere ve kayalıklara, şelalelere gideceğim. Yani buna ‘’felekten bir gün çalma’’ derler ya, ben de öyle bir belgeselci veya bir seyyah gibi gezeceğim. Odada gözkapaklarım beni dinlemiyor ve uykuya dalıyorum. Sabah zinde bir şekilde uyanınca pencereden dışarı bakma alışkanlığım depreşiyor. Evet, gözüm yeşillikten başka renk görmüyor. Kahvaltıya indiğimde bu tip tesislerdeki olağanüstü gelişmişliği orada da gözleme fırsatını yakalıyorum..Kahvaltı çeşitlerine baksanıza…Açık büfe…Benim güzel ülkem bu…Aklıma Avrupa seyahatlerim geliyor o an…Bir defasında İtalya’da son derece kötü bir otelde konaklamıştık ve kahvaltıya indiğimizde adeta bir yatılı okulun kantinini andırıyordu o mekan…Eşimle kahvaltı yapıyoruz, ama bir zeytin bile yok..Bari yumurta alalım diyoruz, ama arıyoruz, bulamıyoruz. Fakat yanımızdaki masadaki İtalyanlar yumurta yemekte…Eşim dedi ki şu bayan garsona bir sorayım…Meğer masanın altına koymuş yumurtaları ve üzerine de beyaz bir örtü sermiş. Eşim sorduğunda yok diyor, ama eşim nedense görüyor yumurtaları..Yine de vermek istemeyince eşim kızıp sağ elinin işaret parmağı ile o bayanı işaret ediyor o an…’’No sinyore, please eg’’ dediğinde o garson morarıyor ve yumurta veriyor. Vücut dilini okumuyor da değilim o an…’’Türko, al zıkkımlan’’ diyor kesinlişkle…Yani biz Türk’üz diye bize yumurta vermiyor o sinyore..Halbuki ‘’hümanizma’’ var…Hah hah hah, sevsinler senin hümanizmanı…Gel de Türkiye’de insanlık gör…Sevsinler senin merhametsiz medeniyetini…
Neyse, kahvaltı yapıp çıkıyorum ve odamdan da çantamı alıp geçiyorum arabanın direksiyonuna…Dağlar, ormanlar, vadiler, şelaleler bekleyin beni…Geliyorum işte…