Ve ertesi gün yine nöbet odasındayım. Hani derler ya ''el ayak çekilmiş'' ve ben ürolojinin temel kitaplarından birini okumaktayım. Okudukça cehaletimin farkına varmaktayım. İnsan odur ki cehaletinin farkında olabilsin.  Okumayan insan zaten eksikliklerinin farkında değildir ki... Onunla oturup da bir şey tartışamazsın ki...Hani bir söz vardır...''Bilmez ki sorsun, sormaz ki bilsin...''

            Neyse... Kapı tıklatılıyor ve o naif insan içeri giriyor. ''Zamansız geldim galiba, okuyordunuz. Mevzuyu bitirin ben sonra geleyim'' deyip geriye yöneldiğinde ona doğru hamle yapıyorum... ''Aman efendim lütfen'' deyip oturtuyorum koltuğa. Ve hizmetliden de çay siparişinde bulunuyorum. ''Doktorum bana 'bakanım' diye hitap etmeyiniz, ayıp oluyor. Ben de bir göz hekiminin oğluyum. Babam Osmanlı paşasıydı'' derken gözlerinin buğulandığını görüyorum.

            ''Üstadım desem'' diye sorduğumda omuzlarını silkiyor. ''O sıfata layık mıyım, bilemem.'' Niyetim hayat hikayesini dinleyip arada da sorular sormak. ''Üstadım beni biraz irşad etseniz o engin tecrübenizle'' dediğimde ''estağfurullah'' diyor ve başlıyor anlatmaya...

            ''Hukuk Fakültesini bitirdim. Diplomatlığa heves sarmıştım. Uzun hikaye... Bir süre Bükreş Büyükelçili'ğinde görev yaptım. Sonra devletim beni Brüksel Büyükelçiliği ile taltif etti. Ondan sonra Paris Büyükelçisi olarak atandım. Batı Medeniyetinin ikiyüzlülüğünü Fransa'da anlamış oldum desem abartmamış olurum. Orada öyle hatıralar yaşamışım ki... Bu Fransa ikiyüzlü bir devlettir. Ondan sonra da Moskova Büyükelçiliğine atandım.''

            Araya giriyorum... ''Üstadım humanizma var ya, yeter. Adaamlar bize ikiyüzlülük yapacak değiller ya... Ayıp olur humanizmaya'' dediğimde o kıvrak zekası ile anlıyor aslında ince espri yaptığımı ve o kavramı yücelten güruh ile alay ettiğimi...

            ''Humanizma bir yem'' diyor. ''Bakınız Paris Büyükelçsiyim. Basında haberler çıkmaya başlamıştı. Hani ısıtıp ısıtıp önümüze getirdikleri o yalan var ya... Yani Ermeni Soykırım yalanı... Rahatsız olmuştum elbette ve basına demeç vermeye  başlamıştım. Marsilya'da açılması düşünülen Sözde Ermeni Soykırım Anıtı'nı engellemeye çalışıyorum. Neyse, birgün Fransız Dışişleri Bakanlığı'ndan davet aldım. Güya beni sorguya çekecekler. Bakan da anıtın açılışına katılacakmış. Tepem attı. Habire soykırım diyor adam. Sonra ayağa kalktım, Bakan şaşırdı. 'Siz önce Cezayirde katlettiğiniz 1 milyon masumun hesabını verin. Benim ceddim soykırım yapmaz' dedim. Bakan kıpkırmızı olmuştu...''

            ''Sonra?'' diye soruyorum heyecanla.  ''Ve olayı protesto ettim ve istifa edip Türkiye'ye döndüm.'' Bu tutumundan dolayı kendisini tebrik etmekteydim o an...

            Söze giriyorum... ''Üstadım Fatih isteseydi bir emir verirdi ve ne kadar gayrimüslim varsa hepsini kılıçtan geçirirdi o fetih günü. Kim engel olabilirdi ki buna!''

            ''Çok doğru söylediniz. Haçlılar bizi de kendileri gibi sanıyorlar'' diyor.

            Sohbet epey koyulaşmıştı. O an aklıma okuduğum bir sahne geliyor. ''Üstadım izin verirseniz ben de bir katkı yapmak istiyorum. Körükörüne  inandırıldığımız Batı hayranlığı ve humanizma üzerine. Peyami Safa'nın bir yazısını okumuştum. Köşe yazarlarından birisi işi o kadar ileri götürüyor ki... Birgün köşesinde şöyle yazıyor. 'Paris'i görmeyen eşektir.'  Peyam Safa da bir gazetede köşe yazarı... Ertesi gün cevabı yapıştırıyor...'Senin baban da Paris'i görmemişti'...''

            Çok hoşuna gidiyor muhatabımın ve tebessüm ediyor. Ve saatine bakıyor...''Vakit de epey ilerlemiş. Moskova anılarıma sıra gelmedi'' diyor ve odamdan çıkıyor.