O müzikli ve eğlenceli yemekte kalbi dost bakışlarını bana doğrultup şöyle diyordu: ''Bir hafta sonunda beraber bir kahvaltı yapalım abi, yerimiz müsait!'' Bu davetin kalbi olduğunu gözlerinden ve vücut dilinden anlamamak mümkün değildi. Hani halk arasında kullanılan bazı değimler vardır ya... ''Canım davetine ne diye icabet edeyim ki, adam dilinin ucuyla söyledi!'' Muhatabı da hemen karşılık verir...''Yani 'hala hatırın kalmasın' demiş. Boşver, bir bahane uydur, gitme!''
Geçenlerde bir hastam her zamanki davetini tekrarlıyordu...''Abi birgün gel, bak bekliyorum!'' Ben de hatırı kırılmasın diye şöyle karşılık veriyordum: ''Davetin tarihi ve saati belli olursa icabet ederim!'' Ve belli bir tarih üzerinde mutabık kalıyorduk. Elbette hafta sonuna denk getiriyordum. Davet nereye mi? Söyleyeyim, sansür uygulamadan ve karartma yapmadan söylüyorum işte... Esenköy'e davet ediliyordum. O pazar günü eşimle hazırlanıyorduk davete ve yola çıkmadan önce aklıma geliyordu işte ne bileyim, onu arıyordum. Hani ne olur ne olmaz kabilinden...Anadolu'da davet sahibine ''konak sahibi'' derler...Ben de konak sahibinin elbette ismini verip onu mahcup edecek değilim ya şimdi...Titreyen ses tonu ile demez mi ''abi kusura bakmayın, sana mahcubum, eşimin acil bir işi çıktı, İstanbul'a gitti. Başka bir zaman bekleyelim sizi!'' Elbette şaşırıyorduk, pek de inandırıcı gelmemişti bu uydurma mazeret. İçimden şöyle diyordum: ''Madem mazeretin çıktı, arasaydın. Elbette insanlık hali!''
Ve bir ay sonra o hastam hastaneye geldiğinde yine davetini tekrarlıyordu. Tebessüm edip ''bakalım'' diyordum elbette. Hani ''aynı delikten ikinci defa ısırılacak kadar da saf değilim ya'' diye de içimden geçirmiyor değildim...Hiç gider miyim!
Neyse, bu kalbi davete icabet etmemek mümkün olmazdı. Sadede geliyorum işte...''Tamam Asil kardeş, cumartesi sizdeyiz, ama öyle ayrıntılı bir hazırlığa girmeyin ne olur!'' Ve sabahleyin arabamıza atladığımız gibi o yeşil yola revan oluyorduk. Zaten bana seyahat de, başka bir şey deme...Hani ''başını açıp seğirtme'' kabilinden yola koyuluyordum Böyle seyahatler bende adeta ruh tazelemesi yapar. Hele de doğduğum beldeye gidiyorsam şu değimi kullanırım: ''Ruhum bedenimden önde gidiyordu!'' Birkaç yıl önce Serhatşehir'e uçakla gitmiştim ve havaalanından kiraladığım araba ile o orman yoluna revan olmuştum. Allahuekber Dağları'nın zirvesindeki ''doğduğum belde'' adeta burnumda tütüyordu. Gök mavi, yer yeşil...Ben buna ''yeşillikler okyanusu'' derim her zaman. Bu yüzden bu seferki davette de o yola ''yeşil yol'' adını uygun gördüm...
Adetimdir, arabanın direksiyonuna geçtiğim zaman gözüm kuralları belirten levhalarda olur. Hız yaapmayı hiç ama hiç sevmediğimi de belirteyim. Direksiyonda hep şunu kendime telkin ederim...''Gideceğin yere yarım saat geç git, ama tek parça halinde git!''
Ve bir yerleşim biriminin girişine varıyoruz. Ortada ''göbek'' veya ''dönel kavşak'' dediğimiz yapı görülüyor. Bakıyorum ki dönel kavşağa girmek üzere olan bir araba var. istesem basıp giderim, ona yol vermem. Ama öyle yaapmıyorum, duruyorum ve o sürücüye işaret ediyorum: ''Buyurun geçin!'' Elbette şaşırmıyor değil, teşekkür babında el sallayıp geçiyor. O da ne! Arkamdaki sürücüler korna çalıp beni uyarmakta...Dönüp bakıyorum, acaba yapay zeka ile hareket eden bir araba olmasın diye. Dikkatlice bakıyorum, evet bunların iki gözü ve iki eli var... Evet evet insana benzer gibiler... Tereddütlerim ortadan kalkıyor...Bunlar ''hayat süren zavallılar!''
Hayat süren bu zavallılar bu ehliyeti alırken şu kuralı öğrenmediler mi yoksa: ''Dönel kavşakta ilerleyen arabanın geçiş önceliği vardır!'' Ayniyle vakidir, böyleleri ile konuşsan nutuk atarlar, onlardan büyük vatansever yoktur. Ezbere konuştuğumu sanıyorsunuzdur, öyle tahmin ediyorum zira... Ben de şöyle düşünürüm bu boş nutuklar karşısında: ''Geçiniz efendim geçiniz! Karnım tok bu palavralara! Ne mal olduğunu geçen gün direksiyonda gösterdin. En büyük vatansever ülkesinin yollarında trafik kurallarına uyandır!''
Şimdi şöyle düşünüyorsunuzdur belki de...''Amma da uzattın, bir davetten nereye geldin birader!'' Hayır, işte öyle değil...O sözü çok severim...''Herkesin bir derdi vardır, değirmencininki de su!'' Elbette analitik zekamı kullanarak bir yazı yazacağım. Hamaset olsun diye yazmıyorum ki...
Neyse, bizi limanda bekleyen Asil dostumuz önde, biz arkada yamaçlara tırmanıp ''kartal yuvası'' misali o eve varıyoruz. Mükellef bir kahvaltı sofrasına oturuyoruz. ''benim en mutlu olduğum an yemek yeme anıdır'' dediğimde herkes gülüyor. Asil bakışlarını bana dikiyor...''Bak abi 'dümüç' bile hazırladım'' diyor. Aynı sofrayı paylaştığımız davetliler bu ''dümüç'' değimini anlamadıklarını söylüyorlar. Gülüyorum... ''Bizim oralara ait bir deyim'' diyorum...''Bir lavaşı yuvarlayıp içine peynir koyarsın, işte oldu sana dümüç!''
Ve iki saat sonra Şenköy'den kalbi dost Fahri arıyor... ''Abi saat onikide döneceğini söylemiştin. Ben onbeş kilo kadar kızılcık hazırladım, seni bekleyemiyorum, zira hastalandım, hastaneye gidiyorum. Kahvehaneye bıraktım, tembihledim, oradan alırsın!''
''Teşekkür ederim'' diyorum, ''Fahri kahveciye ne kadar para bırakayım, hani bileyim... Sen ondan alırsın!''
O sırada Fahri'nin sesi titriyor...''Abi böyle bir para mevzusunu duymamış olayım. Ayıp değil mi! Sen bizim baba dostumuzsun, para da ne demek! Seni yüzüne bir daha bakamam!''
Kadim medeniyetimiz işte bu...Ahde vefa dedikleri...Babası rahmetli Mehmet amca da böyle gönül zengini bir insandı. O söz aklıma geliyor...''Görgülü kuşlar gördüğünü işler. Görmedik kuşlar ne görsün ki ne işler!''
Asil'e ve eşine veda edip büklümlü sokaklardan anayola iniyoruz. Birakaç dakika sonra Şenköy'deyiz ve kahvehaneye giriyorum. Bir anda masalardan birileri geliyor ve hoşgeldinler ile karşılanıyorum. Bu insanlar hastalarım elbette...''Ne de çok gönüle girmişim'' diye sevinmeden de edemiyorum. Kızılcık sandığını arabama kadar taşıdıklarında mahcup oluyor da değilim...Hani ''ne ekersen onu biçersin'' misali...
Ne demişler...''Sev beni, seveyim seni!''