Elde mevcut ve devlet arşivlerinde saklanan Osmanlı Devleti’ ne ait arazi ve nüfus tahrir defterleriyle mahallî kadı sicillerinin incelenmesinden, Osmanlıya katılan bütün yerleşik yerlerde nüfusun ve buna koşut olarak her türlü rantın hızla arttığı, dinî ve diğer sosyal müesseselerin yaygınlaştığı, ticarî faaliyetlerin yoğunlaştığı, refah düzeyinin yükseldiği anlaşılmaktadır.

Sırbistan, Macaristan, Mora vb. gibi nüfusun büyük çoğunluğunu Hristiyanların oluşturmakta devam ettiği yerlerde bile, büyük şehirlerde Türk nüfusunun, Türk ve İslâm kültürünün hâkim bulunması ve bu durumun bu şehirlerin Osmanlı coğrafyasından silinmesine kadar- hatta bazılarına kaybedildikten hayli zaman sonra da- süren birer Türk şehri hüviyeti kazandırmıştır.

Balkanlar’ da, hâlâ sayısı milyonla ölçülen bir Türk- İslâm varlığı mevcutsa bu yüzyıllar boyu Türk hüviyetiyle yaşamış şehirlerin bulunmuş olmasının sonucudur.

Şunu unutmamak gerekir ki, Makedonya, Tesalya, Epir, Bulgaristan vb. bölgeler, I. Murat devrinden başlayarak bilinçli ve sistemli bir biçimde Anadolu’ dan getirilen “Göçer Evli” ler yani Yörük aşiretleriyle iskân edilmiştir.

Yani, buralardaki Müslüman nüfusun kaynağı ihtidalar( İslâmlığı kabul etme) değil, iskânlardır.

Öte yandan Irak, Suriye ve Kuzey Afrika’ daki büyük şehirlerde de resmî ve hâkim dil, Osmanlıca değil, Türkçeydi.

Bu gibi şehirlerde yaşayan yerleşik ve yerel halk, Türkçeyi bilir ve konuşurdu.

Yöresel diller ise, daha çok kasabalarda ve kırsal alanlarda hâkim durumdaydı.

Bağdat, Basra, Halep, Şam, İskenderiye, Kahire, Trablus, Bingazi, Cezayir, Tunus vb. bu şehirler arasında sayılabilir.

Mekke, Medine, San’a, Kudüs gibi şehirlerde de Türkçe konuşan pek çok kimse yaşıyordu.

Nitekim Yavuz Sultan Selim ve Kanunî Sultan Süleyman devrinde yaşamış olan ve “Deli Birader” lâkabıyla anılan Bursalı şair Gazâlî, ömrünün sonlarına doğru Mekke’ ye gidip oraya yerleşmiş, Türkçe olarak yazdığı şiirleri ve tatlı sohbetleri dolayısıyla burada şöhret ve dost sahibi olmuş ve ölene kadar burada yaşamıştır.

Bu olay da bize o devirde Türk dili ve kültürünün Hicaz’ ın büyük şehirlerinde asla yabancılanmadığını göstermektedir.

Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki, Osmanlı şehirlerinde, oralarda yaşayan çeşitli mezheplerdeki Hristiyanlar ve Yahudilere ait mabet, okul, yetimhane ve bunun gibi dinî, kültürel ve hayrî müesseselerin serbestçe varlığına tanık olmaktayız.

Bu da, Osmanlı yönetimi sırasında Türklerin gayrimüslim cemaatlerin dinî ve kültürel varlıklarının devamına izin vermediklerinin ve onların bu gibi müesseselerini ortadan kaldırmış olduklarına dair sonradan ileri sürülmüş maksatlı ve yersiz iddia ve propagandalarının doğru olmadığının en reddedilmez kanıtıdır.