Günümüzde kendince mutlu, huzurlu ve olabildiğince özgür insanların dahi kendilerini biraz sorguladığında, biraz vicdan muhasebesi yapıp, hayatlarını gözden geçirdiklerinde, eskiye nazaran çok daha fazla yalnız oldukları aşikârdır.

Şimdi mutluluk, özgürlük, tecrübe gibi yaşanmışlıkların bizi aslında nasıl yalnızlığa ittiğini ve çağımızın nimetlerinin bizi körelttiğini ve hatta özgürlüğümüzden gönüllü olarak vazgeçme arzusuna sahip olmaya başladığımızı “Sigmund Freud”un bazı yaklaşımlarını günümüze uyarlayarak değerlendirelim…

* * * * *

“Bu konuya ekleme, itiraz ve tüm katkılarınız için bizlere ulaşırsanız eğer, konuyu daha fazla açmak ve tartışma ortamı oluşturmak hepimiz için güzel ve faydalı olabilir.”

* * * * *

İnsanların çoğu özgürlüğü gerçekten istemezler diyor Freud; çünkü özgürlük sorumluluk gerektirir ve insanların çoğu da bundan korkar. Özellikle de günümüzde, ilişkilerden, iş yerlerimizden, siyasete kadar her alanda büyük bir çoğunluğun beklentisi; “kararı ben vermeyeyim, bir başkası versin, ben de duruma göre biraz bekledikten sonra ya itiraz edeyim, ya da destekleyeyim.” Böylelikle olası bir hatayı yapan ben olmam, olası bir zaferde de destekleyen olarak başarıyı paylaşırım. Sonucunda da hem özgürüz, hem yaşasın demokrasi diye bağırırım, peki ya gerçekten özgür olursak? Tek başına karar vermek zorunda kalacak kadar yalnız olursak? Buna gücümüz var mı?

Özgürlüğü isteyip, istemediğimizden emin miyiz o halde? Hem özgürlükleri bize medeniyet, anayasalar, devletler mi verdi? Yoksa bugün özgürlükten korkma sebebimiz; medeniyetin özgürlüklerimizi kısıtlaması ve düzenlemesi mi? İnsanlık tarihine baktığımızda, geçmişte mi, gelecekte mi daha fazla özgürdü insan? En önemlisi; bu yeni medeniyet düzenlerinde daha yalnız değil miyiz? Korkumuz bundan mı yoksa?

Bu korkularımız, özgürlüklerimizin kısıtlanması, yalnızlığımız, kendi aramızdaki ilişkileri de kötü etkilemedi mi? Günümüzde kimin samimi duygularla size yaklaştığını, kimin sizi sevip, kimin aslında size içten içe düşmanlık beslediğini kolaylıkla anlayabiliyor musunuz? Hayır mı?

Oysa doğada ve benliğimizde bunlar çok nettir. Mesela bir köpeği ele alalım; onlar arkadaşlarını sever, düşmanlarını ısırırlar, bu kadar nettirler. Oysa biz o kadar farklılaşmışız ki; saf ve karşılıksız sevgiyi beceremez hale gelmişiz. Kişisel ilişkilerimizde sevgi ve nefreti karıştırıp durur bir hale gelerek, karmaşık duygular yaşayan ve sonucunda anlaşamayan canlılar olmuşuz.

Öyle ki; bir tartışma ya da yaşanan bir durum karşısında, karşımızdaki en sevdiğimiz kişilerden dahi olsa ondan özür dilemeyi bile beceremez olmuşuz. Hâlbuki özrün, karşımızdakine verdiğimiz değerden geldiğini, onu kendi egomuzdan daha fazla değerli bulduğumuzu ve konunun haklı ya da haksız olmakla ilgili olmadığını unutmasaydık, temel iletişimde en başarısız canlı olmazdık ve doğadaki en yalnız canlı olmaktan da kurtulurduk belki.

Bütün bu durumlarda bence gözümüze çarpması gereken en önemli şey; “çelişki” olmalı. Çünkü insan doğadaki en akıllı canlı iken; hayatı da doğadaki en sosyal ve topluluk halinde yaşarken; nasıl oluyor da en yalnız varlığa dönüşebiliyor?

Burada Nietzsche’nin söylediği; “ Çelişkilerimiz, umutlarımızdır.” Sözünü de hatırladıktan sonra, yine Freud’a dönerek;

“Evrendeki en büyük gösteri, sen aklını keşfettiğin an başlar.” Sözünün altını doldurmamız gerektiğinin farkına varalım. Aklımızı gerçekten keşfettiğimiz zaman, bu bizi daha büyük bir yalnızlığa mı sürükler, yoksa aksine dünyadaki en sosyal ve gerçek manada en samimi varlığa mı dönüştürür? Özgür, zeki, sosyal, samimi ve saf iyi birer insan olur muyuz yoksa bütün bu tecrübelerimiz bizi en karamsar noktaya mı taşır?

Bu sorulara umutlu ya da karamsar cevaplar verilebilir elbet, biz şimdi bu konularda pek de umut vaat etmeyen Freud’a soralım bu soruyu ve üzerine yorum yapmadan bitirelim…

“İnsanlar yavaş yavaş inanmamayı, güvenmemeyi, sevmemeyi ve kronik şüpheci olmayı öğrenir. Bu gerçekleştiğinde artık ne yazık ki çok geçtir. İnsanların “tecrübe” dediği şey budur. Kalbiyle bağlantısını kesmiş bir insana “tecrübeli” denir.” – S.Freud