Kiralamış olduğum arabanın anahtarını Okan’dan alırken tereddütlerim devreye giriyor. İyi ki giriyor, zira bu yüksek rakımlı tepelerde arabanız bir yerde çamura saplanırsa yandı gülüm keten helva. Telefonun çekmediği o ıssız derelerde, vadilerde kimseden yardım isteyemezsiniz ki! Sadece gökte uçan kargalara bakarsınız! Ben de her zaman gittiğim o toprak orman yolu hakkındaki tereddütlerimi ortadan kaldırmak için köydeki konak sahibim Faruk’u arıyorum:
‘’Faruk’’ diyorum, ‘’şu anda Sarıilçe’deyim. Kızılçubuk yolu nasıl? Hani demiştin ya birkaç gündür yağmur yağıyor, oradan mı geleyim, yoksa başka bir güzergahı mı önerirsin? Garantiye aalmadan yola çıkmak istemiyorum!’’
‘’O orman yolundan gelmesen iyi edersin. Tedbirli olma açısından söylüyorum. Sel gelmiş olabilir. En iyisi Handere yolundan gel, zira kaymak asfalt orası. Biraz uzundur ama garantilidir!’’
Ve yolu tarif ediyor, ama o yeni yoldan ilk defa gideceğim. Okan da tarif ediyor yolu: ‘’Hocam şu güzergahı görüyorsun, dümdüz takip et, hiç sapma sağa sola. Yirmi kilometre sonra sağa Şenyayla levhasını göreceksin. O levhayı takip et. Bir problem olursa beni ararsın!’’
Ve kontağı çevirip ilçe caddelerini geçip Sarıilçe’yi arkamda bırakıyorum. Adrenalin seviyem de elbette yükselmiyor değil. Sağımda tren rayları görülüyor. Bu yola aşinayım, ama radan onlarca sene geçmiş. Bu ilçede ilkokulu okurken kışın bu dağda kayak müsabakaları olurdu ve o çocuk halimizle o tipide yürüyüp müsabakaları izlerdik…Zihnimde zamana yolculuk yapıyorum adeta…
İki vadi arasında ilerliyorum. Gökyüzündeki bulutlar kaybolunca bir de bakıyorum ki gerçekten gök mavi, yer yeşil. Bu ormanların güzelliği insanı adeta büyülüyor. Arada çeşme levhası görünce yavaşlıyorum ve çeşmeden o soğu suyu içip yüzümü de yıkıyorum. Bu dağlarda insanı geçmişe sürükleyen duygular esir alıyor adeta. Yıllar önce okumuş olduğum bir Rus hekiminin o cümleleri aklıma geliyor o an…’’At üstünde ıssız köy yollarından hiç geçmemiş birine anlatacağım bir şey yok. Ne de olsa anlamayacak bununla ilgili anlatacaklarımı. Geçene de hatırlatmayı hiç istemem!’’
Tekrarlar belki bıktırıcı olur, ama yine de yazayım: Bu ormanlarda bozayı nüfusu oldukça fazladır. İçimden de diyorum ki bir bozayıya rastlasam ne güzel sürpriz olur. Nasıl olsa arabadayım, ne yapabilir ki bana! Bir bağırdım mı hemen kaçar! Hani ‘’abdala malum olurmuş derler ya!’’ O da ne! İşte yolun karşısından geçen bir bozayı ve arkasında da siyah iki minicik yavrusu! Bunlara ‘’palak’’ deriz ya! Anne ayı başını kaldırıp bana bakıyor! Aramızda beşyüz metre ancak var! ‘’O bana baktı, ben ona baktım, bakıştık’’ derler ya…O misal. Kornaya basınca adımlarını hızlandırıyor ve ağaçlar arasında kaybolup gidiyor…
Yol tarifi çalışmadığı için birilerine sormam lazım. İşte karşıdan bir araba geliyor. Fırsat bu fırsat, selektör yapıp korna da çaldığımda ticari araba yavaşlıyor ve konuşuyoruz: ‘’Acaba Şenyayla yoluna nereden sapacağım?’’
‘’Buraların yabacısısın galiba?’’
‘’Aynen!’’
‘’On kilometre sonra sağa levhayı göreceksin!’’
Ve bir süre gidiyorum. Trenin geçtiği üst geçidin altından geçip yoluma devam ediyorum. Levha mevha yok, hani adam on kilometre demişti ya! Bir de bakıyorum ki adamın birisi eşeğinin sırtında aheste aheste geliyor. Yavaşlıyorum ve selam faslından sonra ona da sorma gereğini duyuyorum. Adam değeneği ile ufku işaret ediyor: ‘’Abi on dakikalık yolun var! Levhadan sağa sağacaksın!’’
Bir süre gidiyorum, ama levha yok. O söz aklıma geliyor: ‘’Köylünün zaman ve uzaklık kavramlarını üç ile çarpacaksın!’’ Dediğim çıkıyor ve nihayet o levhayı görüp sağa saptığımda rahatlıyorum…’’Artık yolumdayım!’’ Sağımda yüksek bir dağ silsilesi uzanıyor, solumda ise ova görülüyor ve hayvan sürülerini görüyorum. Ülke ekonomisi açısından hayvancılığın gelişmesi beni sevindiriyor elbette.
Böyle güzel bir asfalt yoldan gelmekle isabet ettiğimi düşünüyorum ve seviniyorum. Şu tarladaki mor çiçekleri görünce inip bir tur atıyorum, kokluyorum ve fotoğraf çekiyorum. İçimden de şöyle diyorum: ‘’Acelen ne! Kona göçe git; sanki ameliyat masasında kanayan bir prostatlı vaka mı var da telaş edeceksin! Rahat ol ve kafanı boşalt!’’
Biraz sonra tepeye varıyorum ve sağımda o efsanevi dağ: ‘’Çakırbaba!’’ Burada şehitlik var ve çocukluğumuzdan hatırlıyorum. Her sene köyler burada buluşup yemek yerledi; adına da ne derlerdi biliyor musunuz!: ‘’Ziyarete çıkmak!’’ Durup bir süre etrafa bakıyorum ve inip fotoğraf çekmenin de zevkini tadıyorum. Hayat bu işte, bir sarı çiçekten bile zevk alacaksın! Eşimi arayıp buraları anlatmak istiyorum, ama telefon da çekmiyor!
Ve tepeden kuşbakışı Şehitler Bucağı’nı görüyorum ve yavaş yavaş iniyorum, zira virajlı bir yol önümde uzanıyor. Düzlüğe indiğimde gölet ve otlayan atları görüyorum. Şehitler Bucağı’na girdiğimde Faruk arıyor, belli ki merak etmiş! ‘’Yarım saat sonra köydeyim!’’ diyorum.