Kendini beğenmişlik, aslında kendinden nefret etmenin dışa yansıması yani tezahürüdür. İnsanları sevmenin önkoşulu kendini sevmekmiş. Yani bencillik veya kendini beğenmişlikle kendini sevmeyi karıştırmamak ve arasına kalın bir çizgi çekmek lâzımdır. Bu tasnif kişiler için geçerli olduğu kadar şehirler için de söz konusudur. Kendini sevmek yapmacıklığı kaldırmaz; doğal olanı tanımak, aşağılık duygusu sahibi olmadan gerçek ile barışık olmak durumudur. Tevhid anlayışımız gereği âlemde ne varsa hepsi O’nun tezahürü, isim ve sıfatlarının tecellisi değil mi? Her ne varsa güzeldir, iyidir. Çirkinin, kötünün tespiti onu görenin sübjektif algısına, alışkanlıklarına veya fıtratına göredir. Zaman değişime gebe olduğu gibi değerleri de dönüştürür. Doğal olan her şeyin değeri vardır. 
 Kendini sevebilmek kadere isyan etmemektir. Kader ve özgürlük diyalektik bir etkileşim içindedir. Ölüm kaderimizdir; sigarayı bırakmak ve intihar özgürlüğümüzdür, ama ölüm kaderimizdir. Her birimizin özgürlüğü, kaderimizle yüzleşmemiz ve onunla ilişki içinde yaşamamızın derecesiyle doğru orantılıdır. 
 Doğduğumuz aile, şehir veya millet kaderimizdir. Yaratılış her daim süreklidir. Bizim seçimimizin haricinde sürekli yaratılışın tezahürleri de kaderimizdir. Sorumluluk alanımız özgürlüğümüzle sınırlıdır. Ama bütün olarak hepsi bizi temsil ediyor. Sevebilmek bütünü kabul ile başlıyor. İraden ve kudretin özgür eylemlerinle yeni durumunu belirliyor. Geçmiş sana aittir. Sana öğütleri olacaktır muhakkak ama yaşandığı zamandaki değerinden ziyade hikâyesinin özgünlüğü bugün için bir değer teşkil edebilir. 
 Dünyanın en çok ziyaretçisi olan müzelerinden bir İsveç’in başkentindedir. İsveç 1850’ler de dünyanın sayılı denizci ülkelerinden biridir. O döneme göre en büyük gemiyi inşa ederler. Muhteşem bir törenle gemiyi denize indirirler, ama birkaç yüz metre giden gemi batar. Rezil olurlar. Aradan yıllar geçer; 1960’larda gemiyi denizden çıkarırlar; sahile yerleştirip müzeye dönüştürürler. Olan olmuştur. O zaman utandıkları bu olayı, bugün tarihi bir hatıra ve kendi hikâyeleri olarak paylaşmaktan yüksünmüyorlar; iyi de para kazanıyorlar.
 Atatürk döneminde Yalova’ya atanan bir kaymakamın Karaköy’de ayakkabısını boyatırken, boyacı çocuğa Yalova Kaymakam’ını tanıyıp tanımadığını sorması üzerine aldığı cevap, 1960’lı yıllarda “Kim Takar Yalova Kaymakam’ını” adlı bir tiyatro olarak sahnelenir ve tüm ülke de oynanır. Aslında böbürlenmeye karşı muhteşem bir derstir. Bu olayı sembolize eden ufak bir heykelin kent Müzesinin yanına konulması düşünülmüştü. Kimi siyaseten Çarşı her şeye karşı mantığı ile kimi de ajite etmek niyetiyle anlamsız bir tepki organize etmeye kalkışınca vazgeçilmişti. Hâlbuki utanılacak bir hikâye değil, Nasreddin Hoca zekâsında bir ders ihtiva eden olaydı.
 Bir boyacı çocuk hikâyesi de “Ekmek Arası Patates”tir. Yalova’daki “Kristal”lerin sahibi İsmail bey 1988 yılında Sarıyer’de seyyar olarak kızartılmış patates satar ve en iyi müşterileri Araplardır. Arkadaşı Yalova’da çok Arap turist olduğunu söyleyip, Yalova’ya yönlendirir. Eski Postanenin yanında ufak bir dükkân kiralayarak ticarete başlar. Bir gün bir ayakkabı boyacısı gelir. Belli ki karnı çok açtır; parası azdır ve sadece kızarmış patates ile karnının doymayacağını düşünerek yarım ekmek arasına patates ister. Yufka yürekli İsmail boyacının dediğini yapar. Birkaç kez daha tekrarlanınca, aklına bunu ticarileştirmek gelir. Ve o gün bugün ‘ekmek arası patates’ alır başına gider. Şimdi nerdeyse tüm ülkeye yaygınlaşan “Ekmek Arası Patates” markalaşmaya bile başladı.  Yanılmıyorsam İstanbul’da bir girişimci ‘Patso’ ismiyle şubeleşiyor. Marka restoranlar menülerinde “Ekmek Arası Patates”e yer vermeye başladı. Tabii içeriği zenginleşti; ketçap, mayonez ve turşu gibi karışımlarla beraber yeni şekiller aldı. Başlangıçta fakirlikten oluşan talep, bugün damak zevkine dönüşmüşse, bu da Yalova’nın bir gerçeği ve değeridir.