İbni Sina Hastanesi'ndeki asistanlık günlerimle ilgili anılarımı yazarken öncek yazılarımdan birinde şöyle dediğimi hatırlıyorum: ''Asistanın karnını yarmışlar, içinden kırk tane 'birgün' çıkmış.'' Yani bu yazıya da ''birgün'' ile başlasam nasıl olur diye düşünüyordum. İsterse klasik bir başlangıç kelimesi olsun, yine öyle başlayacağım...

           Birgün yine asistan odasında dışarıyı seyrediyorum, ama bu seyrediş öyle keyfe keder bir seyrediş değil elbette... Bir stres atma, bir çeşit enerji boşaltma yönetmi de diyebiliriz buna. Sinir sistemime ''birisi''nin yüklemiş olduğu o olumsuz enerjiyi gökteki maviliğe veya pamuk görünümündeki o bulutlara gönderme gibi bir hareket tarzı... O sinirlilikle gidip bu olumsuz enerjiyi sahibine iade etmek veya onun üzerine boca etmek elbette bana zarar verecekti. Hani ''keskin sirke küpüne zarar verir'' şeklindeki özdeyişi de unutmuş değiliz...Canım o kadar da toy değiliz yani! ''Delikanlı çağımızdaki cevher''deki o kötü enerji döner  ve beni vurur diye de düşünmekteydim o an...Eskiler ''suhuletle hareket ediniz'' diye boşuna dememişler. Hani bir de feraset dedikleri bir kavram vardır, buna altıncı his veya bir adım sonra olabilecekleri tahmin edebilme yeteneği de diyebiliriz.

            Odamda arada bir tur atıp tekrar pencereye yöneliyorum ve pencere önündeki o gri mermere de okkalı yumruk attığım da olmuyor değil yani...Karanlıkta ıslık çalmak gibi bir şey bu yani...Camdan dışarıya öylece bakarken omuzuma dokunan bir el ile refleksi olarak döndüğümde kadim dost ve sırdaş Hamit'i görüyordum. Yine o sarımsı bıyıklarının altından gülüyordu... ''Emi'' diyordu, ''kapıyı aralayıp sana bakıyordum deminden beri... Mermere yumruk atışını çekmek lazımdı aslında. Yazık ki fotoğraf makinem yoktu yanımda. Bir sinir savaşı yapıyordun birisiyle! Ama kiminle acaba?''

            Gözgöze geliyoruz... Kapı da aralıklı...Hamit tedbiri elden bırakmayan bir meslektaşım. Hemen kapıya yöneliyor... ''Aman kapıyı kapatalım, herkes bizim gib değil ya, hani yerin kulağı var!'' dediğinde bakışlarımla onaylıyorum. Sonra atılıyorum... ''Yerin değil de iki ayaklı bazı canlıların, şairin deyimiyle 'hayat süren zavallılar'ın iki kulağı var. Zavallı 'yer'den ne istiyorsun! Geçen gün konuştuğumuz bir konuyu o günkü toplantıda Saygın Hoca dile getirince köstebeğin varlığından haberdar oldum!''

            Gülüyor... ''Hele otur da biraz sakinleş! Aynen, belki ikimiz de o köstebeği biliyoruz! Aynı kişi mi?'' Kulağına fısıldıyorum o ismi...Omuzuma dokunuyor...''Aynısının tıpkısı''diye esprili bir cevap ile teyid ediyor.

            ''Her neyse'' diyorum, ''peki beni kızdıran kimdi? Tahmin et bakayım'' dediğimde Hamit yine kapıya bakıyor... Adam sağlamcı...Aslında ben de sağlamcıyım, ama o daha temkinli...

            ''O kişi mi?''

            ''Yani Hamit biliyorum aynı kişiyi düşünüyoruz ikimiz de...Önce sen söyle bakayım!''

            Ayağa kalkıyor... ''O zat...Malum başasistan Şanlı değil mi?''

            ''Tam üstüne bastın abi, başka kim olacak. Biraz evvel odasına çağırdı beni ve yarınki ameliyat listesi üzerinde kendince değerlendirmeler yaptı Zat-ı Şahaneleri!''

            ''Nasıl yani?''

            ''Üstadım nasılı şu... Yarınki ameliyat listemiz oldukça kabarık. Ben kendisini bilgilendirerek o listeye poliklinikten üç vaka yazdım. İkisi varikosel, biri de prostat. Zat- ı Şahaneleri demez mi!''

            ''Ne?''

            ''Ben sadece 1 varikosel yapacakmışım, prostatla diğer varikoseli ise kıdemsize yaptıracakmış! Kan beynime üşüşmüştü inan!''

            ''Eee! Sen ne dedin? Bizim oralarda böyle durumlar için ne denir biliyor musun!''

            ''Biliyorum, 'dinle Faik boz eşeğin destanını' derler. Ben de münasip bir dille itiraz ettim, ama...''

            ''Sonra?''

            ''Bağırarak kapıyı çarpıp çıkacak halim yoktu ya!''

            Bu haksızlık karşısında beynimde oluşan fırtına kalbime ulaşıyor ve oradan ayak tırnaklarıma kadar ulaşıyor. Ama o fırtına dilime kadar ulaşıp kelimelere dönüşeceği sırada orada düğümlenip kalıyor. ''Ama''lı ve de ''fakat''lı cümleler kurmam da bir işe yaramıyor. ''Sen asistansın, görev taksimini ben yaparım'' diyor. Bir de görsen, başka zamanlarda haktan hukuktan bahseden Zat-ı Şahaneleri bana gelince o kavramlara bigane kalıyor.

            ''Hamit zaten onunla yıldızımız hiç barışmadı. Onu Allah'a havale ediyorum'' diyorum.

            ''Emi yine de birşeyler söyleseydin, bak geçenlerde bana da aynı oyunu oynadı o'' diyor.

            Tebessüm ediyorum... ''Bak sana bir özlü söz söyleyeyim mi!''

            ''Söyle!''

            ''Derler ki 'dilin cümrü küçük, cürmü büyük'... Ne güzel bir söz değil mi!''

              Yutkunuyor...Adeta şöyle diyor vücut diliyle: ''Ne diyeyim yani!''

              O yazarın o sözünü çok beğenirim...''Ağacın damarlarını saklayamazsın, asıl olan o damarlardır. Üzerindeki cilayı kazıdıkça gerçek olan o damarlar ortaya çıkar!''

              Yani diğeri ''laf-ı güzaf!''

              Anlat anlat heyecanlı oluyor Zat-ı Şahaneleri!