Ulusların tarihlerinde, onların yazgılarını değiştiren, geleceklerini aydınlatan, toplumu bütünüyle kavrayıp yeni bir yapıya iten özel günler vardır. Bu tarihler bir büyük atılımın ilk adımı, başlangıcı olabilirse ölümsüzleşir. Başlangıçları ölümsüz yapan, o başlangıçlardan doğan yarınların aydınlığı, yaratıcılığı ve devamlılığıdır. 19 Mayıs 1919 da, böyle bir başlangıçtır.
Osmanlı Devleti, 1’inci Dünya Savaşı’ndan mağlup çıkmış, 30 Ekim 1918’de imzalanan Mondros Ateşkesi’ nden sonra ordu dağıtılmış, silâh ve cephanesi İtilâf Devletleri’nin eline geçmişti. Ateşkes hükümlerince Anadolu’nun dört bir yanı, yer yer işgal ediliyordu.
Millet yorgun ve yoksul durumdaydı. Milleti ve memleketi genel savaşa sokanlar, kendi hayatları endişesine düşerek memleketten kaçmışlardı. İstanbul hükûmeti de aciz bir durumdaydı.
Daha da kötüsü, Anadolu’da yaşayan bazı azınlıkları ve etnik grupları yeni devletler kurmaya teşvik eden yabancı güçler, geleceğini bu topraklara bağlamış toplumun belli kesiminden bazı kişilerle uyum içindeydiler. Etnik bölünme ve mezhep ayrılıkları alabildiğince körüklenmekteydi.
İşte, 19 Mayıs 1919, böylesine karanlık bir dönemin, aydınlık bir tarihi oldu. Mustafa Kemal Atatürk’ün kurduğu laik, demokratik, çağdaş ve onurlu Türkiye Cumhuriyeti’nin temelleri 19 Mayıs 1919’ da Samsun’da atıldı.
19 Mayıs 1919, geçmişin derinliklerinden fışkıran var olma bilincinin insan beynine yerleştiği bir tarih oldu. Türkiye, bu tarihte karanlıkları yırtıp aydınlıkları kucaklamaya başladı. Ne var ki, bu iş o kadar da kolay olmadı.
1’inci Dünya Savaşı sona ermiş, Adana’da bulunan Mustafa Kemal Paşa, 8 Kasım 1919’da sadrazamlıktan istifa eden İzzet Paşa tarafından İstanbul’a çağrılmıştı. O, 13 Kasım 1918’de Haydarpaşa’da trenden inip rıhtıma çıktığında İtilâf Devletleri’nin donanmaları da Boğaz’a girmekteydi. Pera Palas’a yerleşen Mustafa Kemal Paşa, ilk iş olarak Sadrazamlığa getirilen Tevfik Paşa Hükûmeti’ nde görev almaya çalıştı ise de başarılı olamadı.
Pera Palas’ta da fazla kalamazdı. Zira malî durumu buna uygun değildi. Bir süre Beyoğlu’nda Hava Sokağı’nda Salih Fansa’ nın evinde misafir kaldıktan sonra, bugün Şişli’de müze olarak kullanılan evi kiraladı. Burada arkadaşlarıyla buluşuyor, toplantılar tertip ediyor, aydınlık günlere çıkılabileceği üzerinde tartışmalar yapıyordu.
İstanbul’da kalarak önemli işler başarmak hemen hemen imkânsız gibiydi. Artık, Anadolu’da yer yer kurulan millî mücadele cemiyetleri ile yer yer başlayan bağımsızlık hareketlerinin koordine edilerek tek elde birleştirilmesinin zamanı gelmişti.
Bir gün, gazeteci- yazar Refi Cevat ULUNAY, Mustafa Kemal Paşa ile mülâkat yapmaktaydı; Paşa, bir soruyu şöyle cevaplandırdı:
“...Siz sanıyorsunuz ki, harbi kazanmakla, Müttefikler aralarındaki bütün anlaşmazlıkları halletmişlerdir. Asıl anlaşmazlık, asıl menfaat rekabeti ve ölünün mirasını paylaşma kavgası bundan sonra başlayacaktır. Asırlarca birbirleriyle boğuşan İngilizlerle Fransızları müşterek düşman tehlikesi birleştiriyordu. Şimdi, o rekabet bıraktıkları noktadan yeniden başlayacaktır. Hatta başlamıştır bile... Netice şu ki, Anadolu’da baş gösterecek bir millî mukavemete hiç biri müdahale edecek durumda değildir. Böyle bir müdahalenin tam sırasıdır. “
Refi Cevat ULUNAY, “ Hangi askerle? Hangi silâhla Paşam? Kupkuru bir çöle benzeyen Anadolu’da hiçbir hayat emaresi görülmüyor.”
Mustafa Kemal Paşa: “ Öyle görünür, Refi Cevat Bey, öyle görünür. Ama siz bu boşluğa aldanmayınız. Boş görünen o saha doludur. Çöl sanılan bu âlemde saklı ve kuvvetli bir hayat vardır. O, millettir. O, Türk Milleti’dir. Eksik olan tek şey, teşkilâttır. Bu teşkilât organize edilebilirse, vatan da, millet de kurtulur. “
Mustafa Kemal Paşa, Anadolu’ya geçmenin gerekliliğine inanmaktaydı. Gazeteci- Yazar Refi Cevat (ULUNAY) Bey’le, 2 Şubat 1919 günü yaptığı bu görüşmeden 2 ay sonra, 11 Nisan 1919 günü de, Kâzım (KARABEKİR) Paşa ile Anadolu’ya geçilerek yapılacak işler hakkında detaylı bir görüşme yaptılar. 12 Nisan günü, KARABEKİR Paşa, deniz yoluyla Trabzon’a doğru yola çıktı.
ATATÜRK’ ün Samsun’a çıkmadan önceki günlerde, Anadolu’nun dört bir yanı çeşitli olaylarla kaynamaktaydı. Samsun sancağının ise özel bir yeri vardı. Türkiye’nin en huzursuz yerlerinden biri Samsun’du. Bölgenin etnik yapısı ve Pontuscu hazırlıklar, huzursuzluğun başlıca sebebiydi. 1904 yılında Merzifon Amerikan Koleji’nde kurulan Rum Pontus Cemiyeti, bölgede bir Rum Pontus Devleti kurma çabası içindeydi.
Osmanlı Devleti’nin 1’inci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkması üzerine, bölgede faaliyetler artmıştı. Rusya’dan Komünist ihtilâlinden kaçan Rumlar ile Yunanistan’dan Yunan subayları ve silâhları gizli şekilde vapurlarla bölgeye taşınıyordu. Rum çeteleri göçmen kılığında kentlere kadar sokuluyor, Yunan Kızılhaç personeli arasına karışmış Yunan subayları, örgütlenmeyi gizlice sürdürüyordu.
Ermeniler ise Trabzon üzerinde hak iddia ediyor, Trabzon’un (Büyük Ermenistan)’ın doğal bir liman olduğunu ileri sürüyorlardı. Bunun için, onlar da buraya Ermeni göçmeni sokmaya çalışıyor ve Ermeni çeteleri bölgeye sızarak, kendilerinin de var olduğunu kanıtlamaya çaba sarf ediyorlardı. Ezilen ve yurdu elinden alınmak istenen çoğunlukta bulunan Türkler, sesini çıkaran ve gürültü koparanlar ise bir avuç Rum ve Ermeni’ydi.
Ancak, Türk halkı üzerindeki bu baskı kısa zamanda kendini gösterdi. Türk halkı kendi aralarında teşkilatlanarak bu Rum ve Ermeni çetelere karşı direnmeye başladı. Giresun yöresinde Topal Osman, bu direnişlerin en etkili isimdi.
Samsun, ayrıca strateji bakımından da önemliydi. Karadeniz kıyılarından Orta Anadolu’ya açılan en rahat kapı, şüphesiz Samsun limanıydı. Kuzeyden Anadolu içlerine sarkmak isteyenler için bu kapı mutlaka elde bulundurulmalıydı. Bölgenin stratejik konumu yanında, Rumlar’ ın ve Ermeniler’ in dünyanın dört bir tarafında başlayan yaygaraları etkisini gösterdi ve 200 kişilik bir İngiliz kıtası, Rum ve Ermeni azınlıklarını korumak üzere, 9 Mart 1919 günü Samsun’a çıkarıldı. Buradan hareket ettirilen bir birlik de Merzifon’u işgal etti.
(DEVAM EDECEK)