O akşam son viziti yaparken o naif insanın odasına da giriyordum. İbn-i Sina'daki asistanlığımın ortalarıydı ve adet olduğu üzere ''haftalık nöbet''lerimden birine başlamıştım. ''Nasıl  yani'' denilmesine fırsat vermeden anlatayım. Bir pazartesi günü nöbeti devralıyorsunuz ve bir hafta boyunca hastanede yatıp kalkıyorsunuz. Mesaiye tam gaz devam yani. ''Canım bu da insan haklarına aykırı''dediğinizi duyar gibi oluyorum.  Bu, oradaki çalışma sisteminin kuralıdır ve o kurala karşı boynunu da kıldan incedir. Zat-ı Şahaneleri böyle irade buyuruyorsa bu böyledir. Emre itaat etmekten başka bir çareniz elbette olamaz.

            İşin doğasını anlatıyorum; bir serzeniş gibi oldu, ama bu da bir pişme olayıdır diyebiliriz. Sonunda şunu diyeceksinizdir yıllar sonra: ''Hamdım piştim, zorlukları yenme ve sabır denilen kavramlar kazancım oldu ya...''

            Neyse... O naif insanla aramızda bir gönül köprüsü kurulmuştu desem yeridir. O insanbenim hastam olduğunda ses tonundan ve görünüşünden ve de dosyadaki isminden zaten anlamıştım kim olduğunu...

            Yüzünden gülümsemenin hiç eksik olmadığı bu insanın  ilk gün hayat hikayesini alıp dosyasını doldururken hitabetinden ''naif bir insan'' olduğunu anlamıştım. ''Naif''i sözlük şöyle tanımlar: ''Yapmacık olmayan, kendinden beklenildiği gibi...'' Ve bir anlamı daha vardır bu sözcüğün: ''İnce ruhlu...'' Bu insanı tarif ederken bu son tanımı kullanmak sanırım daha doğru olurdu. Evet, o naifti, ince ruhluydu yani...

            Ben sormadan söylemiyordu, kendini belli etmek istemiyordu adeta. Gözgöze geldiğimizde anlamlı anlamlı yüzüne baaaakmaktaydım. ''Efendim siz  Dışişleri Bakanı Hamit Bey olmalısınız, değil mi!'' Tebessüm ediyordu: ''Yani mütekait bir Dışişleri Bakanıyım şimdi. Bir zamanlar öyleydim, ama her yolun bir sonu vardır'' diyordu.

            Evet tanışmamız böyle başlamıştı. O akşam viziti yapıp odama çekilmiştim ve görevli de yemeğimi getirmişti. Ameliyattan çıkmıştım ve yemekten sonra da gözkapaklarım beni dinlemez olmuştu adeta. Uyuyakalmıştım koltukta. Kapının tıklama sesi ile gözlerimi açaarken şöyle düşünmeden edemiyordum: ''Bu bizim uğursuz Durali'dir ve yine yoğun bakımdaki prostat ameliyatlılardan birisi kanıyordur.'' Zira nöbetlerde, o gün ameliyat edilen bir prostatlı kanarsa başında dikilirsiniz ve geceniz de zehir olur. Durdurmak için uğraşırsınız, ama inadına o kanar da kanar... Bir kısır döngü esir alır sizi ve tırnaklarınıza kadar terlersiniz. Neyse uzatmayalım... Kapı çalınıyor, ama içeri giren yok. Mecburen ayağa kalkıp kapıya yöneldiğimde o naif Bakan  ile karşılaşıyorum. ''Aman efendim, kusura bakmayın, biliyorum yorgunsunuz. Hem hastalığım hakkında biraz bilgi alayım, hem de biraz hasbihal edelim. Size kanım ısındı inanın...'' diyordu. O kibarlık karşısında ben de mahcup olmuştum. ''Sayın Bakanım o da ne demek! Buyurun efendim, şeref verdiniz odamıza'' dediğimde sağ elini kalbine doğru götürüp ''estağfurullah efendim'' demekteydi.

            Evet, karşımda ufak tefek bir insan vardı cüsse olarak, fakat öğrenciliğimizde ona televizyondan ve gazetelerden aşinaydık. Büyükelçilik de yapmıştı uzun süre. Ben ise burada ona takma isim kullanıyorum..Yani karartma.. Gerçek adını vermeyeceğim. Koltuğa oturduğunda hastalığı hakkında sorular sormaktaydı ve ben de elimden geldiği kadarıyla onun anlayacağı şekilde izah etmekteydim. Evet kendisine büyük ihtimalle prostat hipertrofisi teşhisi konulmuştu ve ameliyata hazırlamaktaydım. Hitabeti çok etkiliydi ve sanki diksiyon dersi almış gibi kelimeleri çıkarırken hakkını veriyordu. Bazı ülkelerde büyükelçilik yaptığını söylerken asla benliğini öne çıkarmamaya özen gösteriğini seziyordum. Bazı insanlar vardır, hep kendini över durur. Buna ego tatmini derler bilindiği üzere... Bakanımız ise cümlelerin sonunda ''aman efendim hasbelkader Paris Büyükelçisiyken, devletimiz beni görevlendirmişken'' demeyi de ihmal etmiyordu.

            ''Bizim nesildeki o devlet terbiyesi ne yazık ki azalıyor, buna da çok üzülüyorum'' derken yüzündeki ifade bunu anlatıyordu. ''Sayın Bakanım, şu Ermeni meselesini, şu soykırım yalanını ve iftirasını bana biraz anlatır mısınız'' dediğimde heyecanlanıyor ve ayağa kalkıyor, saatine bakıyor. ''Yani doktorum anlatılacak çok şey var da,  siz de yorgunsunuız. İsterseniz bir başka nöbetinizde anlatayım'' diyordu. Koltuğumdan kalkıp duvarlara bakıyorum ve espri yapıyorum:  ''efendim bir hafta süreyle fasılasız buradayım, bu odadayım. Bu duvarlar benim arkadaşım. Sizi de yormayayım, yarın aanlatırsanız anılarınızı çok memnun olurum.''

            Ayağa kalkıyor ve sağ elinin başparmağını havaya kaldırıyor: ''Amerika denilen o sömürgeci ülkede Ermeni Diasporası Başkanlar üzerinde oldukça etkilidir. Ermeni soykırımı büyük bir iftiradır. Kendileri Kızılderilileri yok ettiler. Asıl soykırımı kendileri yapmıştır. Ama bu dünyada kim kuvvetliyse haklı olan da odur:''

            ''Bildiğim kadarıyla siz Moskova Büyükelçiliği de yaptınız. Onlar da Kırım Türklerine soykırım yaptı, değil mi?'' dediğimde cevabını veriyor. ''İkisi de şeytan. Al birini çal ötekine.''

            Giderayak bir espri yapayım diyorum ve soruyorum...''Aman efendim humanizma var ya... Batılılar ve Ruslar bu kavramı sindirmişlerdir ve bizi kendilerinden ayırt etmezler. Bize asla haksızlık yapmazlar!''

            Bu kavramla lay ettiğimi anlıyor ve ''evet, humanizma kavramı onların dilinde bir aldatmacadır ve Asya toplumunun sözde aydınlarının beynini bu kavramla satın alırlar.''

            Ve sohbeti ertesi güne bırakıyoruz...