GÜNAYDIN Değerli Okurlar,
Tasavvuf, sufizm olarak da bilinir.
İslâm’ da, müminin Tanrı’ nın doğrudan bilgisine ulaşmasını amaçlayan düşünce, inanç ve yaşam biçimidir.
Dinler tarihindeki genel terimle İslâm’ ın mistik boyutunu belirten tasavvuf sözcüğünün, bu yaşam biçimini benimsemiş kişileri “mutasavvıf” adlandırmak için kullanılan sufi sözcüğünden türediği kabul edilir.
Tasavvuf tarihinin dönemlere ayrılmasında değişik yaklaşımlar vardır. Bunlardan biri tasavvufu tarikatlar öncesi ( 7-13.yy) ve tarikatlar sonrası (14- 20. yy) olmak üzere iki dönemde inceler.
Bir başka yaklaşıma göre tasavvuf tarihi kuruluş ( 7-8.yy), gelişme (9-14.yy) ve taklit ( 15. yy’ den günümüze) dönemlerine ayrılır.
Kuruluş döneminde tasavvufun temel niteliği maddî değerlerden yüz çevirerek katıksız bir dinsel yaşamı gerçekleştirme çabasıydı.
Emeviler döneminde yöneticilerin dünyevî amaçları öne çıkaran tutumlarına duyulan tepkiyle Zâhid Haricilerin yol açtığı kargaşanın da etkisiyle toplumdan uzaklaşarak bireysel bir dinsel yaşama yöneldi.
Bu yaşam biçimi zamanla tevekkül (her durumda Tanrı’ ya güvenme), riyazet ve mücahede (nefsin arındırılmasına, eğitilmesine yönelik çilecilik), sabır (belâları gönül hoşnutluğu içinde kabullenme), haşyetullah( Tanrı korkusu), aşk ( Tanrı’ya duyulan sınırsız sevgi), vera ( günahlardan ve günah kuşkusu taşıyan şeylerden uzaklaşma), hüzün( geçmiş davranışlardan dolayı duyulan endişe) gibi öğelerle beslenerek zenginleştirildi.
Tasavvuf düşüncesi, İslâm tarihinde büyük önem taşır. Arapça, Farsça, Türkçe ve Urduca yazılan tasavvufî aşk şiirleri, tasavvuf edebiyatının altın çağının ürünleridir. İslâm’ ın Hindistan, Orta Asya, Anadolu ve Afrika’ da yayılmasında mutasavvıfların büyük rolü olmuştur.
***
Tasavvuf, Batı yazarları tarafından “İslâm Mistisizmi” olarak adlandırılır.
Ancak tasavvufun bütün varlığıyla bir mistisizm olarak adlandırılamayacağı açıktır.
O; aklın ürünü olan felsefenin mistik görünümü değil, vahyî temele oturan İslâm dininin; insan ruhundaki mistik eğilim ve ihtiyaçlara cevap veren verilerinin, kurumsal bir toplamıdır.
İnsan ruhu; başlangıçtan beri, varlığın özüyle temasa derin bir hasret duymuş ve bunu imkân dâhiline sokmak için didinmiştir.
Mistik düşünce insana bu hasretini dindirmede yardımcı olan ve varlığın özüyle teması imkân dâhiline sokmayı başaracağını söyleyen bir yaklaşım ve tarzdır.
O halde, ilk günden beri, mistik düşünce ve arayış hep var olmuş ve insan yaşamaya devam ettikçe de var olacaktır.
Peygamberli dinler veya semâvî dinler diye andığımız kurumların tarihleri incelendiğinde bunların da, mistik tefekkür ve yaklaşıma ağırlık veren bir yapıya doğru evrimleştiklerini görürüz.
Başka bir ifadeyle;
Yaratıcı, kendi denetiminde tekâmül ettirdiği insanoğlunu, kaba ve yoruma öncelik taşıyan bir “anlayış” tan çıplak gerçeği kavramaya muktedir bir anlayış- kavrayış düzeyine doğru yüceltmiş ve bu seviyede Kur’an’ da son şeklini almıştır.
Kur’an, insanın Yaratıcı ile vasıtasız temasının disiplin ve kıymetini anlatan açıklamalarla doludur.
Esasen, İslâm’ ın son din oluşu ve İslâm Peygamberi’ nin son peygamber oluşunun ifade ettiği mâna, beşer idrakinin Allah ile vasıtasız yani mistik alakaya muktedir bir noktaya ulaştığı merkezindedir.
Gerçekten de, Kur’an’ ın sergilediği Allah- insan ilişkisi, doğrudan bir ilişkidir.
Demek oluyor ki, hem dinler tarihinde, hem de bir dinin bizzat kendi tarihi içinde, mistik idrak ve tefekküre doğru bir gelişme esastır.
Din; genel çerçevede, bütün kitlelerin anlayacağı dille; yalnız asgari müşterekleri verir.
Bunların ötesinde, gelişmiş benliklerin alaka kurmak istedikleri sonsuz bir ruh ve bilgi alanı vardır.
(Kaynak: Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Tasavvufun Rûhu ve Tarîkatler, Sidre Yayıncılık, İstanbul, 1988)
Gününüz aydınlık ve esenlik dolu olsun.
NE MUTLU TÜRK’ ÜM DİYENE VE SÖZÜNDEN DÖNMEYENE!