GÜNAYDIN Değerli Okurlar,
Her sabah kahvaltıdan sonra, gazetemizin internet sayfasına göz atmaktan, güncel haberleri ve köşe yazarlarımızın yazılarını incelemekten çok büyük zevk alıyorum. Haber ve yazı spor ve özellikle atletizm olunca, ilgim ve yaklaşımım da elbette farklı oluyor. Bugün biraz değişiklik yapıp özellikle atletizmin üzerine yoğunlaşacak; birkaç küçük anımı paylaşacağım.
Ben atletizmi tahmininizden çok fazla önemsiyorum. O kadar ki, atletizm yapmayan bir insanın herhangi bir spor dalında sağlıklı bir seyirci bile olamayacağına samimi olarak inanıyorum. Günümüzde özellikle futbol seyircilerinin “vur kır parçala, bu maçı kazan” mantığını zerrece beğenmiyor ve bunun sporculukla yakından uzaktan ilgisi olmadığını düşünüyorum.
Atletizmde günlerce çalışırsınız ama yarış başladığında hiç beklemediğiniz biri yanınızdan geçer gider, kendinizi yırtarsınız ama yetişemezsiniz. O önünüzde koşanı geçemeyeceğinizi bile bile gücünüzün son damlasına kadar mücadele edersiniz. Aklınızdan sadece yarışı en iyi şekilde bitirmek gelir, kimseyi vurup kırmayı düşünmezsiniz. Spor ve spor anlayışı işte budur!
1960’ lı yıllarda lisede öğrenciyken okulun atletizm takımındaydım. Yatılıydık. Takımdan birkaç arkadaş, her gün sabah 6’ da kalktıktan sonra, spor kıyafetlerimizi giyer, Çengelköy’ den Kanlıca’ ya gider döner ve kahvaltı zamanında okulda olurduk.
Antrenman günlerinde takımca Küçüksu’ ya koşarak gider, oradaki sahada çalışmamızı yapardık. Bazen çıplak ayak Küçüksu plajında kumda koşar, bazen Kanlıca Kız Lisesi giriş kapısı civarında 700-800 metrelik bir rampa vardı, rampada tempolu çıkış ve iniş çalışırdık.
Bazen antrenmanlarımız o zamanki adıyla Dolmabahçe Stadı’ nda olurdu.
Bir gün, hocamız Balkan Şampiyonu ve Olimpiyat atleti Gül Çıray Akbaş’ ın eşi millî atlet Ahmet Akbaş, bizi stadyumdan hafif bir koşuyla, tahminen Kabataş vapur iskelesi karşısında bulunan merdivenli dar bir sokağa götürdü. Kısa bazı yumuşatma hareketlerinden sonra yokuş yukarı merdivenleri tek tek koşarak sokağın üst başına kadar bütün gücümüzle çıkmamızı istedi. Sokak kaç basamaklıydı bilmiyorum. Ancak son 50 metreyi sanki sürünerek çıkabilmiştik. Ama esas sorun inişte oldu. Kısa bir dinlenmenin ve nabız düzenlemesinin ardından bu sefer yokuş aşağı serbest iniş yaptık. (İnanın dağdan serbest kaya inişi çok daha kolay.) Size ilk anda kolay gibi geleceğine eminim. Basamakları tek tek koşarak inin bakalım. Kolay mı değil mi anlarsınız. Yokuşun ortalarında sanki dizlerimin bağı çözüldü. Aşağıya ana yola kadar nasıl indiğimi bir ben bir de Allah bilir.
Kışın ortasında bir gün, Beşiktaş’ ta Sümer Alp Sokak Koşusu oldu. Beşiktaş’ ta, Çırağan Caddesi’ nden Maçka’ ya çıkan Akaretler Yokuşu’ nda, çıkarken sağda Beşiktaş Jimnastik Kulübü’ nün tarihi binası vardı. Kulübün merkezi daha sonra çıkışta solda yeni yapılan bir binaya taşındı. Sağdaki kulüp binası, Atatürk’ ün annesi ve kız kardeşinin oturdukları evin biraz ilerisindeydi.
Aralık ayıydı, hava çok soğuktu ve yer yer kar serpiştiriyordu. Biz şort atlettik. Üşüyoruz tabi… Sözüm ona yarış öncesi ısınacağız ama ne mümkün. Bu havada nasıl koşacağız diye kara kara düşünürken, ana caddeden yokuş yukarı rampadan iki kişi koşarak bizim yanımıza geldi. Biz bunlar da kim derken, işin aslını öğrendik. Koşuculardan biri Ömer Lütfi Gültekin imiş. Millî atlet. Diğeri de yanılmıyorsam yine millî atlet Muharrem Dalkılıç idi. Biz şaşkın şaşkın nasıl koşacağız derken, abilerimiz sadece ısınmak için parkuru bir dolaşıp gelivermişler:)) Şahsen benim moral o anda sıfırlandı ama gel de koşma!
Aradan 60 seneden fazla bir zaman geçti. Aklımda kaldığı kadarıyla yarış kulüp binasının hemen önünden yokuş aşağı ana caddeye doğru başladı. Tahminen 150- 200 kişi yarışa katılmıştı. Büyükler, gençler, yıldızlar, kadınlar karışıktı. Yokuş aşağı ana caddeye indik. Trafik kesilmişti. Barbaros Türbesi önünden Barbaros Bulvarı’ na tırmanmaya başladık. Yollarda ellerinde bayrakla yol gösterenler vardı. Bulvardan ara bir sokağa girdik, oradan tekrar ana yola çıktık ve geldiğimiz yolu takip ederek ve son yokuşu oldukça zorlanarak Beşiktaş Kulüp binası önünde yarışı bitirdik. Hava o kadar soğuktu ki, yarış sonunda tören yapılmadı. Ertesi gün okula ödüller gelmiş. Benim payıma düşen de (yaş grubuna göre) bir madalya ile bir diploma… Madalya 1999 depreminde enkazda kaldı ama diploma duruyor. Gururla saklıyorum.
Şimdi esas anlatmak istediğim olaya gelince… Ankara’ dayız. Orada da okulun kros takımındayım. Takım arkadaşlarımdan Şaban Kılıç, İlker Duru, Bülent Vardaroğlu, günümüzün tanınmış teknik direktörlerinden (Genç Millî Takım hocası) Adnan Dinçer ilk aklıma gelen isimler.
1963- 1965 yılları arası kaç yarışmaya girdiğimi hatırlamıyorum. Say say bitmez. İki yarışma aklımda… Biri 27 Aralık’ ta yapılan “ Büyük Atatürk Koşusu”, ikincisi de Atatürk Orman Çiftliği bölgesinde koşulan galiba Mohaç Kır Koşusu’ ydu ama adı tam olmayabilir.
Büyük Atatürk Koşusu, büyükler için Keklik Pınarı’ nda başlıyor, ana caddeden Çankaya- Kızılay- Sıhhiye-Ulus rotası ile valilik binası önünde bitiyordu. Üniversite koşusu ise TBMM önünden başlıyor ve Ulus’ ta yine valilik binası önünde bitiyordu. Bu yarışta koşmak kısmet oldu.
Gelelim, Mohaç Kır Koşusu diye hatırladığım koşuya… Atatürk Orman Çiftliği civarındaki bir parkurda yarışılacaktı. Bu yarışa iki takım katılacaktık. Her takımın forması ayrı ama okulun arması aynıydı. Bu yarış için okul yönetimi bize yeni koşu ayakkabıları almıştı. Çok ince ve hafif, köseleden yapılmış altı düz koşu ayakkabıları…
Biz iki takım çıkışta yerimizi aldık ama bizden başka sadece bir kişi yarışa katılıyordu. O da ODTÜ’ den zayıf, çelimsiz biraz da bizim yanımızda boyca kısa kalan bir üniversite öğrencisiydi. Bizimle yarışmaya başka kimse ve takım cesaret edememişti. Türkçesi buydu.(Şaka şaka…)
Yarış, önce çiseleyen bir yağmurla başladı. Ancak yağmur sonra hızını artırarak giderek sağanağa dönüştü. Hava yağışlı olduğu için bizim altı düz kösele ayakkabılar çamurda kaymaya başlamaz mı? Bir türlü yere sağlam basamıyoruz. Lâstik ayakkabılı o pire gibi ODTÜ’ lü yarışmacı en öne geçti, liderliği ele aldı ve bizi arkadan sürüklemeye başladı. Ne yaparsak yapalım bir türlü zorlayıp geçemedik. Hızlı ataklar yaptık ama bir türlü koşu temposunu bozamadık.
Sonuçta ne mi oldu, o delikanlı birinci oldu. Bizim Şaban Kılıç ise ikinci… Yarış biter bitmez, hepimiz sözleşmiş gibi çocuğa saldırdık. Sonradan söylediğinde oldukça gülmüştük. Bir şey yapacağız diye çok korkmuş. Oysa hepimiz sözleşmiş gibi tek tek sarılıp öptük ve tebrik ettik. Bir de aramıza alıp hep birlikte resim çektirdik. Arkadaşın adı neydi bilmiyorum ama sevgi ve saygıyla hatırlıyorum. İçinizden spor zevki, sporcu ruhu, sağlıklı yaşam kültürü hiç eksilmesin. Sağlık ve esenlik dolu günler dilerim.
NE MUTLU TÜRK’ ÜM DİYENE!