İçimde derin bir özlem:

“Bir bahçem olsa; çocuklarım içinde koşup oynasa elmayı, eriği, kirazı dalından koparsam!”

Otuzlu yaşlarımdı, kasabada saygı duyduğum yaşlı esnaf:

“Aradığın bahçe yerini buldum, kaçırmayalım” dediğinde çok sevindim. Beraber gidip baktığımızda; bakımsızlıktan içine girmenin çok zor, engebeli ve üstü tamamen karaçalı ve diken kaplı bir tarla olduğunu gördüm.

Görüntü iyi olmasa da konum çok iyiydi. Aynı gün yerin yaşlı sahibi ile buluştuk ve anlaştık. Ertesi gün tapu işlemleri yapıldı. Evim yoktu ama bahçe düşüm için toprağımız olmuştu.

Büyük bir hevesle işe koyuldum. Öğlen aralarında, akşam iş çıkışında deliler gibi çalışıyordum. Hafta sonları ise hep oradaydım. Bazı hafta sonları eşim ve çocuklarım da benimle geliyordu. Dört işçimiz nerdeyse bir ayı aşkın süredir hep çalışıyordu. Çalılar temizlenmiş, yol tarafı sınırımıza dağ gibi çalı çırpı yığılmıştı ve bir şekilde ortadan kaldırılması gerekiyordu.

Dört kişilik işçi ekibinden öne çıkan Sorgunlu Dursun Ali; tüm çalı çırpıyı tarlanın ortasına taşıtıyor ve yakıyor. Jandarmayla olay yerine vardığımızda alevler, kıvılcımlar göklere varıyordu. Olan olmuştu, yapılacak bir şey ve ateşin yayılma olasılığı da yoktu. İşte öyle bir olay sonrası tarla tamamen temizlenmiş oldu.

İlk çağırdığımda; “Burası çalı ormanı” diye çalışmayan traktöre uyarlanmış kepçeyi tekrar çağırdık, toprağın engebelerini düzelttik. Sonra da toprak pullukla derin sürüldü, tırmıklandı ve mis gibi bir toprak kokusuyla, tarladan bahçeye geçiş dönemi başladı.

Meyve fidanları çok düzgün sıralar halinde dikildi, can suyu verildi. Çok mutluydum. İçme suyu için kuyu ve kuyu başına da küçük bir havuz yapmanın sırası gelmişti. Su çok kolay bulundu. Kuyu başına kocaman bir ahşap ambalaj sandığını vinçle yerleştirdik, bir yatak odası oldu. Üstüne yaptığımız çatıyı biraz geniş tutup odanın önüne bir hol, yanına küçük bir mutfak oluşturduk. Çocuklar çok sevdi ve adını da “küçük ev” koydular.

Bahçenin üst tarafından bakınca yemyeşil ova ve masmavi göl manzarasıyla çok güzeldi. “Evimizi de buraya yapsak” diye düşündük. Kış döneminde düşlediğimiz ev projeleri hazırlandı ve kıştan çıkarken de temel atıldı.

Sorgunlu Dursun Ali’de inşaat ekibindeydi. Zemin kat betonu bitince ara verelim, seneye devam ederiz diye düşündük.

Bahardan yaza geçiş günleriydi, tüm fidanlarımız tutmuş, bahçe yeşile dönmüştü. Ev çevresinin düzenlenmesi ve diğer bazı işler için arada bir Dursun Ali’yi çağırıyordum. Bahçeyi dolaşırken kiraz fidanının birinde bir tek tane kiraz olduğunu gördük. Dursun Ali:

Ağabey bugün git, iki gün sonra tekrar gel olmasın. Bahçe devamlı bakım ister, bak meyveye dönen fidanlar var. Havalar iyi, ben aha şurada kıvrılır, yatarım. Bana gündelik yerine aylık münasip bir şey verirsin. Şuraya bir barınak yapar içine birkaç hayvan koyarsın. Ben onlara da bakarım. Çocukların mis gibi taze süt içer, yoğurt olur, peynir olur, yağ olur. Ağabey; senin ev çöpün bile bana nimet olur, servet olur.

Dursun Ali’nin söyledikleri başımı döndürmüştü.  Sanki bahçemiz; dalları meyve yüküyle yere eğilmiş meyve ağaçlarıyla dolmuştu. Ağaçların altında koşuşan kuzular, ahırdan gelen inek sesleri, elimde henüz yeni sağılmış süt kabı ve benim ayaklarım yerden kesilmiş, mutluluktan uçuyordum.

O gün Dursun Ali’nin kasabada barındığı yerden yorganını, şiltesini falan aldık, böylece bir kardeşim daha oldu. Hiç planımda yokken hemen bir küçük ahır yaptık. Kendimiz için düşündüğümüz evin zemin katının sıvasını diğer eksiklerini tamamladık. Evden de birkaç eşya koyup Dursun Ali’yi yerleştirdik.

Ahırda ikisi sağmal, ikisi genç ineğimiz ve altı koyunumuz oldu. Her şey yolunda gibiydi. Ufak tefek aksamalar olsa da mutluydum. Ev çevresine çiçekler ekip güzelleştirmeye çalışıyordum. Hafta sonları sabah erkenden çoluk çocuk evden çıkıyor, sıcak ekmek, simit falan alıp bahçenin yolunu tutuyorduk. Kahvaltı, öğlen, akşam yemeğini bahçede yiyor, eve hava iyice kararınca elimizde süt bidonuyla dönüyorduk. Çocuklar da çok mutluydu. Kızım her gidişte hemen kirazın yanına koşuyor “koparayım mı?” diye soruyordu. Her defasında da “Bir daha geldiğimizde tam olur. O zaman koparırsın.” Diyordum.

Hafta içi uğradığımda kirazı olgunlaşmış görünce içimden “bu pazar kızım yer” diye düşündüm. Dursun Ali’ye hep tembih ediyordum “Aman bu kiraza iyi bak, kimse koparmasın.” diye. O hafta sonu bahçeye gittiğimizde kiraz, dalında yoktu. Kızım çok üzüldü, ağladı. Dursun Ali:

Vallah ağabey ben cumaya gitmeden dalındaydı ama, geldiğimde yoktu.

Bahçemizin ilk tadımlık meyvesi kızımıza kısmet olmamıştı, üzüldük… Günler geçiyordu. Arada bir komşulara da süt veriyorduk. Süte doyduk yani. Ağustos sıcakları ortalığı yakıp kavuruyordu. Kurban

bayramına bir hafta on gün falan vardı, Dursun Ali:

Ağabey izin ver, ben bayramda memlekete gideyim, çor çocuğu da alıp geleyim. Sen biraz da borç verirsin, sonra maaşımda biraz biraz kesersin.

Tamam ama en fazla beş, bilemedin altı gün sonra burada olmalısın. Ben bu hayvanlarla baş edemem. Hadi bayramı burada geçirdik, bayram ertesi işe gitmem gerek. Sakın geç kalma.

Dursun Ali’ye aylığından başka bir aylığını da borç olarak verdim. Otobüs biletini de ben alıp, cebine bayram harçlığını da koyup yolcu ettim.

Herkes bayram ederken ben hayvanlara baktım. Gündüzleri hanım ve çocuklar da geliyordu. Ben akşamları bahçede kalıyordum. Bayram bitti, Dursun Ali’den ses yok. Ha bugün, ha yarın derken bir hafta, on gün geçti. İşyerimden izin almak zorunda kaldım.

Hava inanılmaz sıcak, bahçe sulanmak ister. Hayvanlar aç yem ister, su ister. Hep kapalı kalmaları onları huysuzlaştırdı. “Dursun Ali bu işleri başıma sen sardırdın, Allah rızası için tez gel, bak bunaldım.” Diye inliyordum, geceleri uyku tutmuyordu. İki hafta geçti yine ne ses ne haber var.

Hayvanlar iyice huysuzlaştı, benim sinirlerim hepten bozuldu. Ev düzenimiz perişan, çocuklar küçük. Geceleri bile o kadar sıcak ki, uyuyamıyorum.

“Dursun Ali, hani sen beş vakit namaz kılan, oruç tutan, Allah kelamını ağzından düşürmeyen biriydin! Hiç mi Allah korkun yok, beni bu halde nasıl bıraktın?” Diye isyan ediyordum.

Hayvanlar olmasa bahçenin sulanmasını belki becereceğim ama hiçbirini yapamıyorum. Mevsim nedeniyle gündelikçi adam bulmakta olanaksız, perişan haldeyim yani. Kasabada yaşayan meyhaneci arkadaşım Yaşar beni merak edip gelmişti. Halimi görünce şaşkın ve üzüntüyle karışık tepkisi:

Siz okumuşlar zaten biraz kaçık olursunuz. Ne bu halin? Kaç zamandır uğramadın, merak ettim.

Olayı kısaca anlattım.

Ben hemen kasap arkadaşlara, celeplere haber veriyorum, gelip bu hayvanları götürsünler. Üçüne beşine bakılmayacak. Arkadaş, böyle giderse sen hayvanlardan önce öleceksin. Bir iki saate varmaz tekrar gelirim.

Yaşar yanında iki kasap arkadaş ve elinde çantayla geldi. Kasaplar hayvanlara baktılar ve:

Bu hayvanlar kesilirse yazık olur. Hepsi genç ve iyi cins, süt veren iki inek var, sağılmadığı için memeleri şişmiş, hayvana acı veriyor. Celep arkadaşın bakması daha iyi olur.

Yaşar “sen içeri geç, bu getirdiklerimle masayı hazırla, ben hemen geri geleceğim.” Deyip kasaplarla gitti ve meyhanesinde çalışan kadınla geri geldi. Kadın hemen ahıra girip inekleri sağmaya başladı. Biz de hazırladığım masaya oturduk Yaşar’ın getirdiği mezelerle rakıyı yudumlamaya başladık. Masada hep benim halim ve yarın gelecek olan celebe hayvanların pazarlıksız verilmesi konuşuldu. Yaşar hep:

Mal yeniden kazanılır. Senin sağlığın gidiyor. Ah… siz okumuşlar her şeyi bildiğinizi düşünür ama hiçbir boktan da anlamazsınız. Yarın gelen celepler bu hayvanları götürecek, bende seni eve götürüp yengeme teslim edeceğim.

Yaşar arkadaşımın planı tam olarak uygulandı. Evde varınca güzel bir banyo yaptım ve ardından da hemen yatağa girdim. Uyandığımda gece yarısıydı, tekrar yattım. Ertesi gün kahvaltı sonrası hala yorgundum, hala başım dönüyordu.

Bayram tatili dahil, işime ancak bir ay sonra dönebilmiştim. Hayatımız normal akışına girmişti. Sonbaharın hüzünlü tadı her yanı sarmıştı. Sanırım Ekim ayının son günleri evde akşam yemeğine oturmak üzereyiz; Dursun Ali telefonla arıyor:

Aloo, ağabey ben çok hata ettim. Seni zorda koydum, üzdüm... ama sen iyi adamsın, beni affedersin. Alooo… ağabey sen okuyup yazmış adamsın, beni cahilliğime bağışa. Ben yarın yola çıkıp yanına geleyim, sen bana bir aylık maaş cezası kes, beni affet.

Eşim “telefonu kapat, hiç cevap verme, bak yemek soğuyor” dediğinde telefon elimde şaşkın ve ne cevap vereceğimi bilmez haldeydim. Pişkinliğin bu kadarı… Telefonu eşim aldı ve “bizi bir daha arayıp, rahatsız etme” diye şak diye kapattı.

Sinirlerim oynamıştı, yemek masasına değil, geçip koltuğa oturdum. Beş on dakika sonra yemek masasına döndüğümde herkes beni bekliyordu. Eşim; sinirlerim yatışsın diye bir kadeh rakı da hazırlamıştı.