Bizler Suriye’nin kuzeyi, Türkiye’nin güney sınır hattında; adını Mustafa Kemal atamızın koyduğu Hatay’ın alevi Türkmenleriyiz.

23 Temmuz 1939 Pazar günü anayurdumuza yeniden kavuşmuşuz. Ben o yılları rahmetle andığım kıvırcık dedemden dinlemiştim. Babam o günlerde yeni doğmuş adını ‘Azatlık’ koymuşlar. Anımsadığım ise babama hep ‘Azat Ağa’ denilmesiydi.

Ben doğunca babam:

“Bu ilk çocuğumuzun, kızımızın adı Hediye olsun” demiş. Anam da;

“Pek duyulan, bilinen bir ad olmasa da benim pek hoşuma gitti. Kızımızın kendisi de adı da ailemize Hediye olsun” demiş.

Ben varsıl Azat Ağanın kızıydım ama ırgatlardan biri olan Tokuzların kızı Zeynep gibi yaşardım. Irgat çok, ağa tek… Ağa çocuğu kız olsun oğlan olsun yalnızdır. Arkadaş istiyorsan en iyi seçenek ırgat çocukları, yanaşma çocuklarıydı.

Amca, dayı, hala, teyze yani akraba çocukları; ana babadan kaynaklı olarak hep mesafeli olur. ‘Haksız miras paylaşımı’ hesabıyla, kendini haksızlığa uğrayan mazlum veya haksızlığa uğratan vicdansız biri gibi damgalanmış gördüğü için ilişkiler genelde zayıf ve gergin olur.

Babamın mal mülkle pek ilgisi yoktu, hayata farkı bakan sosyal ve hatta sosyalist biriydi. Bu yaşam anlayışı nedeniyle yaşadığı süre boyunca Veli (kıvırcık) dedemin koruyucu eli hep bizim üstümüzde oldu. Babam evlenince Veli dede, kent merkezinde çok büyük bahçesi, yardımcı ailenin yaşayacağı müştemilatı olan bir evi babamlara veriyor. Biz konak misali o evde yaşıyorduk.

“Ben ilkokul yıllarında varsıl ağa kızı havalarında; tam da karşı kapı komşumuz, kentimizin en varsıl tacir ailesi olan Yetişen ailesinin oğlu Cesur; orta okul mu desem, lise mi desem işte öyle bir okul ama adına ‘kolej’ denirmiş. Cesur işte o okula gitmek için, benden önce çıkardı.

Ben onu görmek için sabah erkenden pencereye kurulur, onun simsiyah saçını eliyle arkaya doğru okşar gibi düzeltmesini izlerim. İçimde bir ateş mi harlar, yoksa bir hafif meltem mi eser tam anlamazdım.

İçimdeki yangını anladığımda o; adı üniversite olan yüksek bir okula gitmiş ben onu göremez olmuştum. İçimdeki özlem yangına dönmüş, ben kanadı kırık kuş misali çırpınıp duruyor, bir yandan da ‘lise ye kaydolsam mı’ diye diye düşünürken evin sokağında karşılaştık. İçimden koşup boynuna sarılmak geldi, kendimi zor tuttum. Ama o çok rahat ve çok içten:

“Hediye kız hem kocaman hem de çok güzel bir kız olmuşsun” diye bana doğru gelip bir abi gibi sarılınca, sanki yüreğim bir kuş olup ‘pır’ diye içimden uçup gidecekmiş gibi sandım. Yıllar gün gibi hızla geçti.

Yine aradan epey bir zaman geçmişti, bu kez çarşıda karşılaştığımızda:

“Komşu kızı Hediye, İktisadı bitirdim. Gel beraber kutlayalım, sana güzel bir pasta ısmarlayayım” deyince neredeyse kalp çarpıntısından ölecektim.

Yakınımızda olan Havranın bitişiğindeki Konak Pastanesine girdik. Pastane adı gibi eski bir konaktı. Biz bahçede bir limon ağacının gölgelediği masaya oturduk. Acaba rüyada mıyım diye bir iki kez kolumu bacağımı çimdikledim. Heyecandan dilim damağım kurumuş, konuşamıyordum. Cesur:

“Komşu kızı neyin var? Sapsarı kesildin, hem de titriyorsun.”

Deyince heyecanım bir kat daha arttı. Neredeyse düşüp bayılacağım.

“İyiyim, iyiyim diye kekeledim.

Tam karşımda oturan Cesur iki eliyle benim ellerimi avucunun içine aldı “kız senin ellerin buz gibi olmuş, istersen kalkalım” dediğinde; benim sadece ellerim değil tüm bedenim alev alev yanıyordu. İşte tam o anda, ellerim onun avuçlarındayken ilk kez göz göze geldik.

Bir süre sessizce ağladım. Cesur gelip yanıma oturdu, beni sakinleştirmek için epey çaba harcadı. Daha sonra pastamızı gülüşerek yedik. Cesur her şeyi anlamıştı, konuşmaya gerek kalmamıştı.

Lise son sınıftaydım. Yüksek okul düşünmüyordum. Cesur; “en azından liseyi bitir bari” diyordu. Ben havalarda uçuyordum.

Durumu ailelerimizde biliyordu. Günler geçmek bilmiyordu. Sonunda liseyi bitirdim. O yaz düğünümüz yapıldı. Hani ‘davul dengi dengine’ denir ya; işte o misal ben de ağa kızı olarak ağa oğluyla evlendim. Ama Cesur bir maraba oğlu bile olsaydı, sanırım yine onu seçerdim.

Geniş bahçe içindeki evimizde rahattık. Elim sıcak sudan soğuk suya değmiyor, yardımcılar tüm işleri yapıyordu. Cesur babasından işleri devralmış, mağazaları çağdaş bir anlayışla yeniden düzenliyordu. Hem babası hem ben ona çok güveniyor, onu destekliyorduk. Mağaza sayısı artıyor öte yandan komşu ülkelerde de mağazalar açılıyordu. Başlangıçta ben de işlere yardımcı olmaya çalışıyordum ama uzun sürmedi. Büyük oğlumuz Cihan’a hamileydim.

Yaşadığımız yörenin çok dilli olması bize büyük kolaylıklar sağlıyordu. Çünkü yöre insanı olarak bizlerde daha doğuştan çok dilli oluyorduk. Ana dilimiz Türkçe olsa da neredeyse ana dilimiz gibi Arapça, Kürtçe biliyorduk.

Cesur, adı gibi ticarette de cesurdu. Körfez ülkelerinde de mağazalarımız olmuştu. İşler büyüdükçe bir arada olduğumuz günler azalmıştı. Cihan oğlumuz o sene ilkokula başlayacaktı, ben ikizlerime hamileydim. Cesur yurt dışından yeni dönmüştü. Cesur’un anası, çok sevdiğim kaynanam Fatma ana, bizi o akşam yemeğe çağırdı.

Çiftlikteki ağa evinde yemek sonrası kahveler içilirken Haydar baba Cesur’a:

“Bu koca çiftlik neredeyse şehrin içinde kaldı, kalacak. Bilmezler ki ben her şeyi sana devretmişim, seni kendime vekil etmişim. Allah seni nazarlardan saklasın, seni Ali’nin kılıcı korusun. Son zamanlarda müteahhitler beni rahat koymaz. İsterler ki çiftliğin Defne yakasında apartmanlar yapalar, bize de eli yüz daireler vereler. Buralar bizlere atalarımızdan kalmadır. Bu isteğe ‘evet’ demeye gönlüm elvermez. Sen bu işe de bir el at bakalım”

“Tamamdır babam. Olanları ben hep uzaktan takipteyim zaten. Onların niyetini iyice anlar, sonra sana gelirim. Sen nasıl dersen öyle yaparız.

O akşam işlerle ilgili epeyce konuşuldu. Ben kendi aile düzenimizde hiç de görmediğim disiplini, gelini olduğum bu yeni ailemde yaşıyordum. Babam Azat Ağanın böyle işlerle pek arası yoktu. Çiftliği kahya yönetir, babam sürekli kitap okur, solcu arkadaşlarıyla buluşur, başka illere gider, eylemlere ile katılırdı. Ben lisedeyken tutuklanmış, iki ay kadar cezaevinde kalmıştı.

Cesur, Haydar babanın istek ve uyarılarını titizlikle takip ediyor, yerine getiriyordu. Sonunda çiftlikten büyücek bir parsel kat karşılığı bir inşaat firmasına verildi. Cesur yapılan anlaşmanın ailemiz için iyi olduğunu, öte yandan Azat babamın çiftlikten bir parseli daha satıp elden çıkardığını söylüyordu. Benim küçüğüm olan oğlan kardeşim tutturmuş “ben ressam olacağım” diye İstanbullarda bohem hayatı yaşar, evlenmeyi de düşünmez. Anan Zehra zaten okuması yazması yok, elinden bir şey gelmez, üzülür durur. Cesur’un işi zaten başından aşkın. Ona “birazda bizim çiftlikle ilgilensen” demeye dilim varmaz.

Haydar babaya kırk eli konut kalacak büyük site inşaatına başlandı. Azat babam da sattığı son parselin parasıyla merkezde bir arsa almış. Bunu da Cesur söyledi. Orada bir otel yapacakmış.

İşte tam o sıralar ikizlerim Alp ve Kaan doğdu. Sağa sola bakacak hiç vaktim olmuyordu. İkizlerden biri susuyor, öbürü başlıyordu ağlamaya. Cesur eve zaten bitmiş, tükenmiş geliyordu. Onca iş onun başındaydı. Sitede inşaat çalışmaları devam ediyordu. Haydar baba geçen gün inşaat alanını gezerken düşmüş, bir iki kırığı varmış.

Üzülürüm, sütüm falan kesilir diye benden gizlemişler. Duyar duymaz hastaneye koştum. İyi ki gitmişim, Haydar babayı son görüşüm oldu. Onu cennete tüm şehir uğurladı.

Cesur’un yükü dahada artmıştı. Yurtdışı mağazalarda küçülmeye gidildi, çiftliğin bir iki parseli daha inşaat şirketlerine verildi. Bize kalan dairelerden birkaçı satılsa da yetmiş seksen dairemiz kiraya ve muhtaç ailelere verilmişti.

Oğlanlar büyümüş okulları bitmiş büyük Amerika’da, küçükler bazan Almanya, bazan Avusturya üniversitede üst lisans yapıyordu. Cesur’un saçındaki beyazlar çoğalmıştı. Beni de bir edebiyat merakı sarmıştı; şiirler ve öyküler yazmaya çalışıyordum. Yeni bir çevremde, sanatın incelikleriyle ve sanatçı duyarlılığı ile tanışmıştım. Arada çocuklarımın yanına da gidiyordum. Büyük oğlum Cihan çok şirin bir İngiliz kızla arkadaşlık ediyor, ilerde onunla evlenmek istiyordu.

O yaz öyle geze toza geçti. Bizim buralarda pek kış olmaz. Tam Akdeniz iklimini yaşarız. Bazı seneler hafiften kar yağsa bile yerde tutmaz. Bu kış sanki biraz farklı olacak gibi hissediliyordu.

6 Şubat 2023 günü sabaha karşı büyük bir gürültü ve sarsıntıyla uyandık. Yaşadığımız deprem; ‘yüzyılın depremi’ olarak tanımlanmıştı. Depremin merkez üssü bize çok yakın Kahramanmaraş’ın Pazarcık ilçesiymiş. Nerdeyse Güneydoğu Anadolu’nun tamamı bu büyük depremden etkilenmişti. Biz can sağlığımız için şükrediyorduk ama yıkım çok ağırdı. Yaşadığımız kent yerle bir olmuş, binlerce can kaybı vardı.

Haydar babadan kalan dairelerin olduğu siteler de tamamen yıkılmıştı. Cesur kiracılarımız için çok üzülüyor, kendini sorumlu ve suçlu gibi hissediyordu. Daha yakından tanıdığı ve kira almadan barındırdığı, arada ayrıca maddi destek verdiği aileler için “gözümün içinden gitmiyorlar” diyor, bazan gözyaşlarını bile tutamıyordu.

Bazı tanıdıklar kenti terk edip daha güvenli yerlere gitseler de Cesur; “biz buradan bir yere gidemeyiz” diyordu. Kente bulunan üç mağazamızda koca apartmanların zemin katında ezilip kalmıştı. Bir çöp bile kurtarılamadı. ‘Canımız sağ ya’ diye şükretsek de maddeten kaybımız çok büyüktü. Sıfırlanma değil, eksiye düşmüştük.

Cesur bütün gün oradan oraya koşuyor, elinden fazla bir şey gelmiyordu. Üç oğlumuz da gelmişti, ancak onlar da ayakta ve hayatta kalan bura insanları gibi çaresizdi. Bu arada yurt dışındaki mağazalarımız da kapandı. Yaşadığımız kent gibi sanki bizler de yıkılmış enkaza dönmüştük.

Çocuklarımız; “bu ağır koşullarda bizim yurtdışı giderlerimiz aileye yük olmasın” diye okullarına dönmek istemiyordu. Cesur; “elbet bir yolunu buluruz” diye onları geri gönderdi.

Aradan bir yılı aşkın bir zaman geçse de önemli bir düzelme görünmüyordu, ama yaşam da devam ediyordu. Cesur sürekli planlar yapıyor, geçim ve gelecek için ‘ne yapılmalı’ diye ha bire kafa patlatıyordu.

Kafe tarzı bir yer açmayı düşünüyordu. Büyük yıkımın ikinci yılına yakın bir zamanda bu projesini hayata geçirdi. Çok sevindik, çok umutlandık. Harap ve yıkılmış kentimizde bunalmış insanlarımıza ve hele gençlerimize sanki çölde bir vaha gibiydi. Hayata yeniden “merhaba” der gibiydik.

Her gün biraz daha iyi gibi, iyiye gider gibi umutluyduk. Cesur dur durmak bilmez bir çalışma ve hesap kitap içindeydi.

Sanki her şey yoluna girmiş, her şey yerli yerine oturmuş, sıkıntılar geride kalmış gibi bir havaya girmiştik. Cesur geç vakitlere kalmadan, çoğu zaman da daha akşam olmadan eve dönüyordu. Ben eş dostlarla buluşuyor, özellikle edebiyatla ilgili çevremle daha çok zaman geçiriyordum. Eve dönerken ihtiyaç olan şeyleri alıyordum. Cesur genelde evde oluyor, beni sevgiyle karşılıyor, aldıklarımın içeriye taşınmasına yardımcı oluyordu.

İşte o gün akşamüstü yine ihtiyaç olan bir şeyler almıştım. Alışveriş öncesi Cesur’la da konuşuşmuş, istediği bir şey var mı diye sormuştum. Cesur evdeyse ve geleceğimi de biliyorsa, araç giriş kapısını önceden açar, aldıklarımın taşınmasına yardımcı olurdu. Eve vardım araç giriş kapısı kapalıydı. ‘Önemli bir telefon görüşmesi vardır’ diye aldıklarımı kucaklayıp kapıya vardım. Kapı da kapalıydı, üst üste çaldığım zil sonrası yine ses yoktu. Elimdekileri yere koyup, çantamdan çıkardığım anahtarla kapıyı açtım. Birkaç defa “Cesur, Cesur” diye seslendim, yine ses yoktu. İçime bir korku düşmüştü.

Elimdekileri bırakıp üst kattaki yatak odasına vardığımda… Manzara korkunçtu.

Nasıl o kadar sakin ve soğukkanlı kaldığıma hala şaşıyorum. Önce polisi aradım. Sonra oğullarımı tek tek arayıp; “babanız rahatsızlandı, şu an yoğun bakımda acele gelin” diye telefon ettim.

Gelen görevliler beni dışarı çıkarıp sağlık görevlilerine telsim ettiler. Oğullarımızın gelmesi beklendi. Cesur’um, aşkı yüreğime canlı kalacak, aşkım tam dört gün sonra toprağa girdi. Bu kez sadece tüm yakın çevremiz değil, en büyük depremle benim tüm dünyam yıkılmıştı.