Gecenin o saatinde fubol maçını seyrediyordum. Tam gol pozisyonunun heyecanını yaşarken masadaki telefonum çalmaya başlıyordu. Ben icapçı hekim olduğum haftalarda o cihaza ''uğursuz cihaz'' adını takarım.Hastane acil servisinden beni elbette sevimli bir olay veya haber için arayacak değiller ya... ''Gel bak yaş pasta yiyelim beraber'' diyecek halleri yok ya! Ben de telefonu açmamıştım. ''Şu maçı ağız tadı ile seyredeyim, nasıl olsa icapçı değilim, arayan da mutlaka nenemi soruyordur'' diye düşünmekteydim.Elbette benim de bir sosyal hayatım var, ağaç kovuğundan çıkmadım ya! Haksız mıyım yani!
Fakat telefon ikinci kez çaldığında kayıtsız kalamazdım. Hani olur ya bana nazı geçen veya kalpten kalbe tren rayı döşemiş olduğumuz bir kalbi dostun bir sıkıntısı vardır ki beni bu saatte arıyodur diye düşünüyordum. Ve ekranda o kalbi dostun adını görüyordum. Sedat idi arayan. Önceden de söylemiştim: ''Sedat beni her saatte arayabilirsin!''
''Alo, Sedat nasılsın?'' diyordum, ama bir sessizlikten sonra telefonun öbür ucundaki ses biraz farklıydı. ''Ben Sedat'ın oğluyum hocam'' diyordu cümlenin sonunu getiremiyordu.
''Hayrola, babanın telefonu değil mi bu? Kendisi niye aramıyor?''
Bir sessizlik...''Babam...''
Merak etmiştim elbette. Hani Sedat taksi şoförü olduğu için aklıma bir kaza gelmişti. ''Baban kaza falan mı yaptı?'' diye soruyordum.
''Hocam babam bugün hakka yürüdü!'' diyordu titreyen sesiyle. ''Hipertansiyon sonucunda beyin kanaması geçirdi ve beyin ameliyatı yapıldı, bir daha da düzelemedi!''
Böyle durumlarda insan ne diyeceğini şaşırıyor gerçekten. ''Başın sağolsun'' demekten başka cümle kuramıyorsunuz...
''Babanla kalbi dostluğumuz vardı, katılıp hakkımı helal etmek isterim. Defin ne zaman?''
''Yarın öğlede, Kadıköy'den kaldırılacak!''
Hiç gitmez miyim! Ertesi gün öyle bir yağmur var ki! ''Yağmur falan dinlemem, Sedat'a karşı son görevimi yapmalıyım'' diyordum ve gidiyordum Kadıköy'e...Hani öyle bir kalabalıkla karşılaşıyorum ki arabamı köyün dışına parkedip camiye yürümek zorunda kalıyorum o yağmurda.
Sedat ile olan hatıralarım canlanıyor gözümün önünde. O zamanlar muayenehanem var. Hani Yalova'da da ne bir özel hastane, ne de bir poliklinik var. Gecenin bir saatinde telefonunuz çalar ve sizi köyden ararlar: ''Babam idrar yapamıyor, gelip alsam olur mu!'' şeklindeki konuşmalara artık aşinayız. Arayan Sedat, gecenin saat üçü. ''Tamam Sedat, ben giyiniyorum, biraz sonra aşağıya ineceğim'' diyorum, ama içimde de bir tedirginlik yok değil. Hani insanın aklına herşey geliyor. Sedat'ı da doğrusu birkaç sefer görmüşüm, ama kişiliği hakıkında elbette bende bir kanaat oluşmamış. Eşim oradan atılıyor: ''Adamı tanımazsın etmezsin, ben seni gecenin bu saatinde yalnız göndremem, ben de geleceyim!'' Şaşırıyoruym, itiraz ediyorum: ''O kadar da şüpheci olma! Senin ne işin var hasta evinde! Ayıp olur!'' Eşimin direncini kıramıyorum ve beraber aşağıya iniyoruz. Sedat bizi aalmaya gelmiş. Arabaya binince bıyık altından gülüyor bu duruma. Topu eşime atıyorum: ''Korumam'' diyorum.
Ve dedesine sonda takıp rahatlatıyorum Kadıköy'deki evlerinde. Dostluğumuz böyle başlıyor. Dönerken ''hocam biz Kadıköy'ün yerlisiyiz, rahat olun'' derken aslında eşime göndermede bulunduğunu anlıyorum elbette. Yani ''kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla'' misali.
Dostluğumuz zamanla pekişiyor. Zaman zaman onun taksi durağına uğrayıp çayını içiyorum.Sedat'ın bir hastası olsa arayacağı ilk kişi olma güvenini veriyorum. Trafikte çoğu zaman taksiden ''Fikret abi'' diye bağırması içimi bir hoş ederdi. Her seferinde cümleye şöyle başlardı: ''Abi ben senin canını yerim, sen bir başkasın! Sana nazım geçiyor ve akrabamdan biri gibisin!''
Bir seferinde arıyordu: ''Abi sana Bir şey söyleyeceğim, yanlış anlama. Dün trafikte bir doktorla yol verme tartışması yaşadım, bana çok sert çıktı. Ondan davacı olacağım.'' Ve o meslektaşımın adını da veriyordu. Sedat'ı ikna ediyordum, vazgeçirip işi tatlıya bağlıyordum.
Aradan seneler geçiyordu. Milano'da Avrupa Üroloji Kongresi vardı ve ertesi gün saat 12.30 da Atatürk Havaalanı'nda olmam gerekiyordu. Saat dokuz vapuruna binecektim ve uçağa yetişecektim.Sabah erken kalkıp kahvaltı yaptığımda pencereden dışarı baktığımda bir de ne göreyim! Deniz bir köpürmüş ki. Rüzgar ve yağmur var. Telaşlanıp İDO'yu arıyordum. ''Hava muhalefeti nedeniyel vapur seferleri iptal edildi'' demezler mi! Aldı mı beni bir telaş... Nasıl etsem diye düşünürken Sedat aklıma geliyordu. Arıyordum... ''Sedat yurtdışına gideceğim. Vapur seferleri iptal.Hemen gelip beni alabilir misin!''
''Abi hemen gelirim de uçak kaçta kalkıyor?''
''Sedat saat 12.30' da kalkıyor. Yalnız çek in için 1 saat önceden orada olmam lazım, yetiştirebilir misin?''
Gülüyordu...''Ben senin canını yerim, elbette...Birbuçuk saat sonra havaalanında bil kendini. Ben hemen geliyorum!'' Ve biniyorum, bir sürat yapıyor ki otobanda. Adeta uçuyoruz. Ben de sürat yapan birisi değilim ve sürattan da çok korkarım.Ben farkında olmadan Sedat'la beraber frene basıyormuşum meğer. Sedat da göz ucuyla meğer benim ayak hareketlerimi takip edip gülüyormuş.''Abi gaz ve fren benim ayağımın altında, senin gayret göstermene gerek yok'' diyopr ve gülüyordu.
Bir ara öyle gerilmişim ki...''Sedat'' diyordum, ''yavaş git, ben uçağı kaçırmaya razıyım!''
Ve dediği gibi uçağın kalkmasına yeterli zaman kala beni dış hatların önünde indiriyordu.
Böyle güzel hatıralarım çoktur kendisiyle. Ruhu şad olsun...