Bir zamanlar Çin'de bir adam o kadar aç ve bitkin düşmüştü ki, dayanamayıp bir armut çaldı.

Adamı yakalayıp cezalandırılmak üzere İmparator'un karşısına çıkardılar. Hırsız imparatoru görünce ona şöyle dedi;

"Değerli efendim, çok açtım, dayanamadım çaldım ve yedim. Beni affetmeniz için yalvarıyorum. Eğer affedersiniz size paha biçilemez bir armağanım olacak."

İmparator dudak büktü;

"Senin gibi birinde paha biçilemez ne olabilir ki?"

Hırsız, avucunun içindeki armut çekirdeğini uzattı;

"Bu çekirdeği ekerseniz bir gün içinde altın meyveler veren bir ağacın yeşerdiğini göreceksiniz."

İmparator kahkaha atarak;

"Ek o zaman, altın meyveleri görünce affederim seni." dedi.

Yoksul adam;

"Haşmetlim bu tohumu ben ekemem çünkü ben bir hırsızım. Bu tohumu ancak, ömründe hiç çalmamış, başkalarına hiç haksızlık yapmamış, yalan söylememiş biri ekebilir. Tohum o zaman gücünü gösterir, aksi takdirde onu ekeni zehirler, tarif edilemez acılarla öldürür. Sultanım, bu tohumu ancak siz ekebilirsiniz."

İmparator irkildi, suratını astı, bir süre düşündü, sonra hırçın bir sesle;

"Ben imparatorum bahçıvan değil, o tohumu başbakana ver eksin de altın meyveleri görelim." dedi.

Yoksul adam, tohumu başbakana uzatınca başbakan telâş içerisinde imparatora dönüp itiraz etti;

"Ben ekim biçim işlerinde çok beceriksizim efendim, sihirli tohumu ziyan ederim. Bence bu tohumu hazinedar başı eksin."

Hazinedar başı da hemen bir bahane buldu ve bu görevi başkasına devretti.

Bir bir orada bulunan herkes sudan sebeplerle tohum ekme görevinden kaçındılar.

Sonra İmparator, doğan sessizliğin içerisinde bir süre düşündü. Başı önünde başbakana, hazinedara ve bütün görevlilere dik dik baktı ve;

"Hadi bakalım bu hırsız bahçıvana tohumun nasıl altın meyve verdiğini hep birlikte gösterip sevindirelim." dedi.

Cebinden bir altın çıkarıp yoksul adamın tutması için attı.

Herkesin ceplerinden sessiz sedasız birer altın çıkarıp adama vermesini izledi.

Sonra da gülerek;

"Bas git buradan be adam, bugünlük bu ders hepimize yeter." dedi.

***

DUT YEMİŞ BÜLBÜL

Bülbüller içkiye düşkündür.

Bülbül içkiyi buldu mu bir hayli içer.

Ama bu gerçeği bilginler değil, Tarihçi Reşat Ekrem Koçu'nun annesi Zağralı Hacı Fatma hanım saptamış.

Bülbülleri günlerce, Göztepe'deki evinin bahçesinde dürbünüyle gözetlemiş...

Fatma Hanım gözlemlerini şöyle dile getirmiş:

“Bir bülbül sabahleyin bir vişne ağacına gelip konar...

Yirmi otuz kadar vişneyi gagasıyla deştikten sonra çekip gider...

Akşam, yine gelir...

Vişnenin gagayla deşilen yerinde biriken meyve suyu mayalanmış, bir likör ya da şarap haline dönüşmüştür.

Kuş, akşamın son saatlerinde bir iki vişneden kendi elcağızıyla hazırlanmış içkinin ilk yudumlarını içince şöyle bir silkinir; Birkaç külhani ıslık öttürür.

Yırtılmış vişne kadehleri beşi, altıyı buldu mu nağmeler uzar. Ortalık iyice karardığı için küçük bülbül göze görünmez ama yırtık vişneler bittikçe sesi de ağaçtan döküldükçe dökülür.

Artık tan sökünceye kadar gelsin gazeller, şarkılar, feryatlar.”

Vişne mevsimi bitince dut mevsimi başlar.

Ve… Bülbüllerin sesleri de biter.

Aslında bülbül içkisi bittiği için ötmüyordur.

Dutu gagalamanın likör vermediğini bilir.

“Garip Bülbül”, mevsim dut mevsimi olduğu için susmuştur.

Bu yüzden suskun olanlara “Dut yemiş bülbül gibi” derler.