O hafta sonunda vakit bulmuştum ve iki ay önce almış olduğum kitapları İl Halk Kütüphanesi’ne teslim ediyordum. İçeri girip görevliye yaklaştığımda şöyle diyordum: ‘’Biliyorum kırmızı kart görüp oyundan atılacağımı, zira onbeş gün sonra teslim etmem gereken kitapları işte iki ay sonra getiriyorum. Dört kitabı da iade ediyorum işte!’’

Görevli memur elbette beni tanıyordu. Tebessüm ediyordu…’’Yok hocam, istediğiniz kitapları seçebilirsiniz. O kuralı size uygulamayacağım. Zaten memlekette kaç kişi kitap okuyor ki!’’

Haklıydı, insan acı acı tebessüm etmeliydi bu söz karşısında. Zira koca kütüphane bomboştu ve biraz sonra bu sessizliği bozan ayak seslerini duyduğumda dönüp arakama bakmaktaydım. Bir bayan girmekteydi içeri. İçimden de şöyle diyordum: ‘’Benden başka da kelaynak kuşu varmış meğer!’’

Ne diyebilirim ki! Zira kütüphaneye girerken alttaki kahvehanenin tıklım tıklım dolu olduğunu görüyordum. Birkaç hastam da çıkıp selam veriyordu ve çay ikramı için içeriye buyur ediyordu. Neyse, iki yeni kitap alıp caddeye çıkıyordum. Bu sırada telefonum çalıyordu, zira icapçıydım ve acil poliklinikten aranıyordum.

‘’Hocam bir hasta danışacağım, müsait misiniz?’’

‘’Evet, dinliyorum!’’

‘’Yetmiş altı yaşında bir erkek hasta geldi; idrar yapamıyormuş. Sonda takmak için uğraştık, ama takamadık!’’

En kötü vakalardan biriydi bu…

‘’Tamam, ben geliyorum!’’

Telefonumu cebime koymaktaydım ki birisinin hitabı ile arkama dönüyordum. Sağ eli de omuzumdaydı. Bu bizim Rahmet idi. Yani yolumun kesişmesini asla istemediğim, hatta bazen uzaktan gördüğümde adeta kendisinden kaçmak zorunda kaldığım o hastamdı. Hay olmaz olsaydı böyle hastam… Bu kişi uğursuz rahmet idi dediğim gibi. Ama hiç de rahmet getirmiyordu karşılaşmalarımız. Hep ‘’zahmet ve angarya’’ getiriyordu. Uğursuz tavşan misali…Ama bu sefer gafil avlamıştı beni…

Gafil avlanmıştım, çünkü aklım fikrim acildeki o hastadaydı. Neyse uzatmayalım, Rahmet ile zoraki tokalaşıyordum. İçimden de şöyle demeden edemiyordum: ‘’Yılanın sevmediği ot tam da deliğinin ağzında bitermiş!’’ Rahmet de bu sıkışık anımda yolumda bir diken gibi bitmişti desem kul hakkına girmemiş olurum diye düşünüyorum. Öyle ya ‘’ kasap et derdinde, koyun can derdinde!’’

Demez mi ‘2hocam toprağımsın, ne arıyorsun, ne de soruyorsun. Uzun zamandır sana gelemiyorum. Demiyorsun ki bu Rahmet öldü mü, kaldı mı!’’

Derler ya ‘’buyur burdan yak hemşerim!’’ Sanki ben aylak aylak gezen bir insanım da Rahmet’in yokluğunun farkına varayım. Tebessüm ediyordum…’’Rahmet benim işim başımdan aşkın, nerden ilgileneyim seninle!’’

‘’Hocam cezaevinden yeni çıktım!

Şaşırmıştım elbette, zira onun senelerdir ‘’denetimli serbestlik’’ uygulamasından faydalanmakta olduğunu biliyordum. Bunu da kullanarak beni oldukça sömürmüş birisiydi zira.

‘’Rahmet’’ diyordum, ‘2yeni bir suç mu işledin de tekrar girdin kotese?’’

Bakışlarını kaçırıyordu…’’Yok hocam’’ diyordu, ‘’kesinleşmiş başka bir mahkumiyetim vardı da onu yattım!’’ İçimden de ‘’hay öyle yatasın ki ben de kurtulayım denden’’ diyordum. Bir yandan da saatime bakıyordum ki zatı şahaneleri belki anlar, ama nerdeee! Ben de köre renkleri tarif ediyorum işte… ‘’Rahmet’’ diyordum, ‘’acilden çağrıldım, zamanım yok, gitmeliyim!’’

Rahmet birden sağ eli ile kolumu yakalamaz mı! ‘’Hocam’’ diyordu, ‘’yardımına ihtiyacım var!’’ Ve elindeki bir ilaç kutusunu gösteriyordu… ‘’Bu merhemi alamadım, anama acilen lazım. Param yetişmedi, zaten 170 lira… Sen zengin adamsın, para versen de alsam hemen!’’

Ne diyeceğimi düşünüyordum. Zira aynı delikten daha önce beni Rahmet defalarca ısırmıştı. Adam(!)da ‘’sadaka kültürü ‘’ zirve yapmış durumda! Bu bende tecrübe ile sabittir zira…Zan beslediğim sanılmasın…

‘’Rahmet’’ diyordum, ‘’hastaneye gel de yazayım onu!’’

Ama ne mümkün, kurtuluş yok! Hani ‘’garip kuşun yuvasını Allah yapar’’ derler ya! O sırada iki meslektaşım karşımda belirmez mi! Kurtuluyordum işte…Onlarla sohbete başlayınca Rahmet mecburen veda ediyordu bize…’’Sağolasın İzocam!’’

Meslektaşlarım soruyordu: ‘’Ne diyordu o adam?’’

‘’Ne olacak, her zamanki gibi para istiyordu!’’

Rahmet ile ilgili birçok hatıram vardır. Bir tanesini anlatayım. Bir kış gününün sabahıydı ve ameliyat günümdü. Erkenden arabama yönelirken Rahmet önümde bitiyordu. ‘’Hocam’’ diyordu, ‘’Allaha reva mı, bak üzerimde ceket yok, bana bir ceket verir misin!’’ Merhamet damarlarım yine kabarmıştı. Köftehor bana damardan girmişti. Dakikalarla yarıştığım halde şöyle diyordum: ‘’Tamam bekle, şimdi eve çıkıp bir ceket getireyim sana!’’ Ve ceketlerimden birini getirip veriyordum. O anda giyiyordu ve seviniyordu. Kurtulmuştum… Fakat o da ne! ‘’Hocam’’ diyordu, ‘’paltom da yok, şu üzerindeki deri kabanı da bana versen. Sende çoktur!’’ Haydaaa! Elimizi verdik, kolumuzu kurtaramıyoruz! Hani o söz çok meşhurdur ya…’’Poşaya bir verirsin iki ister, sonra yatmaya da yer ister!’’

Yine de kırmak istememiştim. ‘’Rahmet başka kabanım olsaydı verirdim. Ameliyata yetişmek zorundayım!’’

Ve hareket edip Rahmet’den yakayı kurtarıyordum… Şimdilik…

Boşuna dememişler…’’Vardığın yer körse gözünü kapa!’’