O yüksek rakımlı beldeye gittiğimin ertesi günü niyetim şöyleydi: ‘’Sabahın erken saatinde kalkayım ve karşıdaki kayalıkları ve koruyu yalayan sabah sarılığını bir seyredeyim! Hani karşı vadide de bu saatlerde görülen o bozayıyı palakları ile birlikte seyredeyim!’’

Ve güneşin doğduğunu, ortalığın aydınlanmaya başladığını gördüğümde yataktan doğrulup pencereye doğru yöneltiyorum bakışlarımı. O da ne! Ben de yarı uykulu halde bu sesi şöyle algılamıştım meğer: Kayalık zeminden akan çaya on metre mesafedeki odamdan sanıyordum ki bu ses çayın sesi… Nerde! Meğer bardaktan boşanırcasına yağan yağmurun camlarda ve taştan bahçe duvarında çıkardığı seslermiş. ‘’Ne umdum, ne buldum’’ diye düşünüyordum ve gönlümü de hüzün kaplamamıştı diyemem.

O söz aklıma geliyordu: ‘’Gönlün yazı var, kışı var!’’ Aynen öyle, hani misafir umduğunu değil de bulduğunu yermiş derler ya! Bir yandan da ümitsizliğe kapılan gönlüme sosyal pansuman yapıyordum o anda…’’Hele dur bakalım, Allah kerimdir. Bakarsın bir saat sonra gökyüzü o güzel mavi rengini gösterir, sana göz kırpar. Hani ‘’umut fakirin ekmeğidir’’ derler ya…Benimki de o misal…Yani bir nevi züğürt tesellisi…

Hani burası Allahuekber Dağları, bir anı bir anına uymaz. Yıllar önce okumuş olduğum bir anı kitabındaki o sahne aklıma geliyordu: Rus hekimi Mihail Bulgakov Sibirya’daki bir köyde sağlık ocağı hekimliği yaparken bir dağ köyündeki bir hastaya çağırıyorlar. Aylardan Ocak… Bir kızakla tipide dağ başında seyahat ediyorlar ve önden de müthiş bir tipi esiyor. O sırada arabacı şöyle diyor: ‘’Vallahi beyim bunca yıldır buralarda yolcu taşırım, ben bile havanın durumunu kestiremiyorum!’’ Ben de o gün havanın durumunu kestirememiştim.

‘’Göle su gelinceye kadar kurbağanın gözü patlar’’ derler ama benim gözüm patlamayacak. Bugün inat edeceğim, zamana ve havaya. Göğe bakıp mavilikleri bekleyeceğim… ‘’İnat da bir murattır!’’

Tahminen bir saat kadar süren sicim gibi yağmur diniyor ve çıkıp dışarıya bakıyorum. Hayır, gök o sevimsiz kurşuni rengini muhafaza etmekte ve dudaklarımdan o tekerleme yine dökülüyor o an: ‘’Yetim hırsızlığa çıkmış, ay akşamdan doğmuş!’’ Olsun, ‘’her kışın sonunda nasıl olsa bir bahar vardır ya!’’

Olsun… Ve konak sahibim Faruk ve eşi de uyanıyor. Vakit de sabahın sekizi … Ve gökyüzü maviye çalan rengi ile bize, daha doğrusu bana gülümsemeye başlayınca içimi elbette bir sevinç kaplamıyor değil. Akşam akreple yelkovanın üst üste geldiği saatte yattığımdan elbette uykumu almışım ve zindeyim. Faruk ‘’biraz sonra davetli olduğumuz kardeşime kahvaltıya gidiyoruz’’ diyor ve o eve doğru yürüyoruz. O da ne! Mükellef bir kahvaltı sofrası bu! ‘’Benim en mutlu olduğum an yemek yeme anımdır’’ dediğimde herkes gülüyor. ‘’Bu da bu daağların balı’’ diyerek o sarı balı ekmeğime sürüyorum. Gel keyfim gel…’’Bugün beğle bacanağız!’’

Ve kahvaltıda benim gözüm de pencerede…Aklımda o virajlı dik vadi yolu ve kayalıklar var ya… Hani ‘’dervişin fikri neyse zikri de odur’’ derler ya! Saatime bakıyorum ve gözüm de kapıda. Karnım doydu ya, elbette kapıya bakacağım. Faruk tebessüm ediyor…’’Acele teme, yollar kaçmıyor ya, hava biraz daha da çıkalım!’’

Biraz sonra yola çıkıyoruz, evet, maviliğin süsü olan beyaz bulutlar da bize adeta göz kırpıyor. Köyün çıkışında suyun karşı tarafına bakıyorum. Yeğenimin evinin önünde3 bir kalabalık var ve beton işiyle uğraşıyorlar. İnip o asma tahta köprüden geçip onlara ulaşıyoruz. Gökhan alabalık havuzlarına beton döküyormuş meğer. Tam altı havuz var. O çilli alabalıkların suda arzıendam edişi de bir başka güzel! Birkaç kilo alabalık yakalıyoruz. Ertesi günkü öğle yemeğinde bunların tadına bakacağız ya!

Ve arabaya yönelip vadiye doğru yol almaya başlıyoruz. Sağımızda dik vadi ve uçurum bütün ihtişamı ile uzanmakta… Aşağıda akan çayın çıkardığı ses karşı kırmıtlarda yankılanıyor. Epey tırmandıktan sondra bir büklümde iniyoruz arabadan. Faruk parmağı ile aşağıdaki kayalıkları gösteriyor: ‘’Bak işte orası ayının ini. Oradan palakları ile çıkıp su içiyor ve karşı vadiye geçiyor!’’ Sarı çiçekleri gösteriyor: ‘’Bunların adını biliyor musun?’’

Omuz silkiyorum…’’Nerden bileyim!’’

‘’Bu sarı kantaron, gel toplayalım!’’ Toplamaya başlıyoruz. ‘’Çayını yapacağız. Bir de bunun yağı yaralara iyi gelir’’ diyor.

‘’Biliyorum’’ diyorum, ‘’hücre yenileyici etkisi de vardır, ayrıca sakinleştirici olarak da kullanılır!’’

Hani açgözlülük bu ya! Uçuruma yakın yerde çok sayıda sarı kantaron gördüğümde iştahım kabarıyor ve sol ayağımı bir taşın üzerine basıyorum ve eğilip toplamaya başladığımda kaymaya başlıyorum aşağıya! Zira o sabah yağan yağmurdan dolayı taş yuvarlanıyor ve ben de bir metre kadar kaymaya balıyorum uçuruma doğru. Panikle tutabildiğim çalılara tutunmaya çalışıyorum. Kimis kopuyor, bir çalıyı yakalıyorum; evet sağlam… Bağırıyorum: Kayıyorum, yetiş!’’ Koşarak geliyor ve sağ elimi kavrayıp beni yukarı çekiyor. Üstümü başımı temizlerken gülüyorum… ‘’Bir avuç sarı kantaron uğruna nerdeyse babamın kesesinden gidiyordum!’’